Hikaye/Masal

Darhane Çorbası

Devrin sultanı, Ramazan ayında, bir gün tebdil-i kıyafetle şehri dolaşmaya çıkar. Yanında başveziri vardır. Sultan; Paşa, akşam ezanı kimin kapısının önünde okunursa o evde iftar edelim, der. İftar vakti yaklaşmıştır. Ara sokaklara girerler. Her evin kapısının önünde bir kişi beklemektedir. Bir misafir bulup evlerine iftar için çağıracaklar. Başkalarına iftar ettirmenin zevkine tadacaklar ve sevabını alacaklar. Sultan ve veziri kendilerini tanıtmadan, herkese selam vererek giderler. İftar topu atılıp akşam ezanı okunmaya başladığında, fakir ama gönlü zengin bir Müslümanın evinin önündedirler. Zaten ev sahibi de iftara birilerini çağırabilmek için orada beklemektedir. Sofra hazırlanmış. Sıcacık taze ekmek, tuz ve mis gibi tüten bir çorba vardır. Tuzla iftarlarını açarlar, ekmek ve çorba ile karınlarını doyururlar. Çorba, sultanın çok hoşuna gitmiştir. Ev sahibine; “Bu çorba çok hoşuma gitti. Ne çorbasıdır bu?” diye sorar. Çok zeki ve firasetli olan ev sahibi, misafirinin Padişa olduğunu hemen anlamıştır; “Dar hane (fakir hane) çorbasıdır, sultanım” diye cevap verir. Bu zekice cevap padişahın hoşuna gider ve o fakiri ertesi gün, ikram ettiği çorbanın tası ile saraya davet eder. Adamcağız gelince, padişah emir verir ve doğruca Darbhane’ye gönderir. Orada tası ağzına kadar altınla doldururlar. Tekrar padişahın huzuruna getirdiklerinde, padişah adamın halini sorunca der ki: “Sultanım, darhanemize (fakirhanemize) teşrif buyurdunuz ve darhane çorbamızdan içtiniz. Bu çorba şimdi “Darhane” değil “Darbhane” çorbası oldu” der.

Darhane, Anadolu insanının dilinde “tarhana” olarak yerini alır.
Bazı yerlerde ise daha da kısaltılarak “tarana” olarak kullanılır.

#derhane, #ramazan, #pasa

GÖMLEK

Adam, bir doktora gidip son zamanlarda gözlerinin dışarıya fırladığını ve kulaklarının uğuldadığını söyleyerek yardım istedi. Doktor, adamı muayene ettikten sonra ciddi bir eda ile başını sallayıp: “Bademciklerinizin alınması gerekiyor!” dedi. Adam bademciklerini aldırdı; fakat bunun bir faydası olmayınca, başka bir doktora gitti.

Bu doktor ise adama bütün dişlerini çektirmesini söyledi. Adamcağız dişlerini toptan çektirdi. Ama ne gözlerinin patlaklığı geçti ne de kulaklarının uğultusu dindi. Adam üçüncü bir doktora görünmeye karar verdi. Bu doktor, adama altı aylık ömrü kaldığını söyleyince adam çok üzüldü. Madem yakında ölecekti, bari o zamanda kadar krallar gibi yaşamalıydı. Gıcır gıcır son model bir araba aldı, üniformalı bir şoför tuttu; şehrin en iyi otellerindeki bir daireye yerleşti. En lüks terziye 20 tane kostüm diktirdi. Hatta gömleklerini bile ısmarladı.

Gömlekçi:
“Kol 16, yaka 34” diye ölçülerini alırken adam:
“Yaka 33 diye” düzeltti.
Gömlekçi tekrar ölçüp “34” diye ısrar edince adam:
“Ama ben hep 33 yaka giyerim” dedi.
Bunun üzerine gömlekçi omuz silkip:
“Siz bilirsiniz!” dedi. “Ama be sizi uyarıyorum, 33 yaka giymeye devam ederseniz gözleriniz patlar, kulaklarınız da uğuldar!”

#gomlek, #hikaye, #doktor

ANNEMİN SEVGİ HIZI

Bakmaya hiç doyamam,
Anneciğim yüzüne.
Uzanırım her zaman,
Yumuşacık dizine.
Bakmazsın evladının
Olur olmaz nazına.
Elime diken batsa,
Uyku girmez gözüne.
Ömür boyu muhtacım,
Bal tatlısı sözüne.
İnan ki dayanamam,
Bir damlacık sızına.
Yetişmek mümkün değil,
Senin sevgi hızına.
Sonsuz güzellik katmış,
Yüce Rabbim özüne.
Dünyaları değişmem,
Ayağının tozuna.
Bakmaya hiç doyamam,
Anneciğim yüzüne.

 

Yusuf DURSUN

 

#anne, #sevgi, #hiz

Anzak Askerinin İbretli Mektubu

Bir anzak askerinin Çanakkale savaşı sırasında ailesine yazdığı mektup.. 10 AĞUSTOS 1915 – GELİBOLU

Sevgili ve bir zamanlar mutlu ailem;

Gelibolu cehenneminden hepinize merhaba! Bu mektubu size yazmak niyetinde değildim. Aslında ben artık kimseyle konuşmak kimsenin, kimsenin yüzünü görmek istediğimden de emin değilim. Hem siz benim buraya cehennem dediğime bakamayın burası hakikaten güzel bir yer. Üzerleri toz toprakla örtülmeden önce zeytin ağaçlarının bolluğu, savaşa aldırmadan her yanda pıtır pıtır açan kırmızı gelinciklerin neşesi, akşamları yarımadayı kızıla boyayarak batan güneşin insanın içini acıtan güzelliği ve bir de Gelibolu bülbülleri. Gelibolu’da hâlâ un ufak olmadan kalan küçük bir ruh parçam mevcutsa bunu bülbüller sağlamıştır. Eğer o sırada bir Türk öldürmüyor ya da Türkler tarafından öldürülmüyorsak, Gelibolu’nun muhteşem gurubunu seyrediyoruz. Ege Denizi’nin içine gömülen güneşin biraz önce Pasifik Okyanusu’ dan yükselerek Yeni Zelanda’ da ki ertesi günü aydınlattığını bilmek insanın canını acıtıyor. Fakat bu acı hissi çok kısa sürüyor, sonra yeniden katılaşıyorum. Artık saatlerce hiçbir şey hissetmiyor ve duymuyorum. Bu arada sadece bakıyor, saklanıyor, ateş ediyor, süngü takıyor, düşman öldürüyor, bit ayıklıyor, yemek diye verdikleri kuru bisküvi, kraker, kuru et parçalarını kemiriyor, zaman olursa yatıyor, çok ender olarak da uyuyorum. Ben artık sadece bir Anzak askeriyim. Ne sevdiğim şarkılar, yemekler, kokular ne de sevdiğim insanlar… Ben artık bir sayıyım. Yaşayan bir sayı. Ölürsem o zaman da bir sayı olacağım. ‘Vatan uğruna kahramanca’ ölmüş bir sayı. Kahramanca ve vatan uğruna! Kahramanlık mı’ Hadi yaa. Kahramanlık zorla olmaz. Vatana gelince… Burası Türklerin vatanı ve bu savaş bizim savaşımız değil. Bizler İngilizlerin de söyledikleri gibi sadece ‘hevesli oğlan çocukları’yız. Asıl kahraman olan Türkler. ‘Johnny Türk’ dediğimiz Türkler vatanlarını savunmak için bize karşı çok ağır şartlar altında direniyorlar ve kahramanca ölen asıl onlar.
Geçen hafta ölüleri gömmek için karşılıklı ateş kes ilan edildiğinde ilk defa Türkleri yakından ve canlıyken gördük. Türkler bize anlatılan canavarlara benzemiyordu. Onlar da gözlerinde endişe ve keder olan genç insanlardı. Onlarında arkalarında bekleyen üzüntülü aileleri, yaşlı anne-babaları, karıları belki de sevgileri vardı. Onlar da yaralanınca acı çekiyor, onlar da gencecik hayallerini bırakıp ölüyorlar. Türkler de insandı .
Bana süt ikram eden iki Türk’e ben de konserve et verdim, ama kabul etmediler. Bu sığır etidir dediysem de inanmadılar. Aslında anlamadılar. O zaman ellerimle kafama boynuz yapıp öküz gibi böğürdüm. Güldüler. Ben de güldüm. Orada savaş meydanında etrafımız askerlerin cesetleriyle doluydu, biz düşmandık ve birbirimize gülüyorduk. Bana süt ikram eden Türklerden bir ‘sen no İngiliz’ diye şaşırarak sordu. ‘Ben İngiliz değilim’ dedim. Sonra elini uzattı ‘ben TÜRK’ dedi. Bana uzatılan eli tuttum. Orada, Gelibolu’nun en kanlı savaşlarının yapıldığı o tepede, el sıkıştık. Ben artık bu adamla nasıl düşman olabilirdim’ Ben bu adamla neden düşman olmuştum ki’ Düşmanım o anda artık arkadaş Türk olmuştu. Ben bu savaşta ölmeyi reddediyorum. Bu benim savaşım değil. Fakat yaşamak için de hiç isteğim kalmadı.

Allahım günahlarımı affet.
Hepinizi çok seviyorum.
Ebediyen sizin oğlunuz.
Alistair John TAYLOR
GELİBOLU 1915

 

Geçen hafta ölüleri gömmek için karşılıklı ateş kes ilan edildiğinde ilk defa Türkleri yakından ve canlıyken gördük. Türkler bize anlatılan canavarlara benzemiyordu. Onlar da gözlerinde endişe ve keder olan genç insanlardı. Onlarında arkalarında bekleyen üzüntülü aileleri, yaşlı anne-babaları, karıları belki de sevgileri vardı. Onlar da yaralanınca acı çekiyor, onlar da gencecik hayallerini bırakıp ölüyorlar. Türkler de insandı .

#asker, #dusman, #kahraman

Issız ada

Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı. Gemiden tek bir kişi sağ kurtuldu. Dalgalar bu adamı küçük ıssız bir adaya kadar sürükledi.

Adam ilk günler kendisini kurtarması için Allahü Teala’ya yalvardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu ne giden…

Daha sonra rüzgardan yağmurdan ve vahşi hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklarından bir kulübe yaptı. Sahilde bulduğu gemiden arta kalan konserve pusula gibi eşyaları bu kulübeye koydu. Günler hep aynı şekilde geçiyordu. Balık avlıyor pişirip yiyor ve ufku gözlüyordu. Allahü Teala’ya dua ediyordu.

Bir gün tatlı su getirebilmek için yola koyulmuştu. Döndüğünde bir de ne görsün binbir emekle yaptığı ve tek tutunduğu dal olan tahta kulübesi alevler içerisinde cayır cayır yanıyordu… Başına gelebilecek en kötü şeydi bu. Büyük bir üzüntü ile olduğu yere çöktü kaldı. Artık bu ıssız adada başını sokabileceği bir kulübesi bile kalmamıştı.

Bu üzüntüyle: “Allahım ben şimdi ne yaparım” diye ağladı.

O geceyi üzüntü ve keder içinde geçirdi. Gözyaşları ile o kadar dua ettiği halde bu olayı başına gelmesine bir anlam veremedi.

Ertesi sabah erken saatlerde adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı. Onu kurtarmaya geliyorlardı.

Benim burada olduğumu nasıl anladınız? diye sordu bitkin adam kendisini kurtaranlara. Cevap onu hem şaşırttı hem de çok utandırdı:

“Dumanla verdiğiniz işareti gördük”

Gelecek sayı sizleri burada bekliyorum…

#kaza, #issis, #ada, #hayvanlar

EKMEK DAVASI

Vaktiyle Bağdat’ta kıtlık olur. Açlıktan mecalsiz kalan bir fakir, içeriden ekmek kokusu gelen bir evin kapısını çalar: “Günlerdir ağzıma bir lokma girmedi. Allah rızası için bir ekmek verin” diye adeta yalvarır. Fakirin bu yalvarışına dayanamayan kadın, kızına “Al şu ekmeği, kapıdaki fakire veriver” der. Kızcağız, tandırdan yeni çıkan ekmeği fakir gence verir. Fakir, dua ederek hemen evine giderken yolda karşısına birisi çıkar “O ekmeği nereden aldın?” diye sorar. Fakir de, kendisine ekmek verilen evi tarif eder. Adam, ekmek verilen evin kendi evi olduğunu anlayınca, çok öfkelenir ve “böyle zamanda kimin evinde ekmek olabilir ki” diye söylenerek hışımla evine girer. ‘O ekmeği, fakire kim verdi?” diye şiddetle bağırır. Kadıncağız korkudan, kızına bir şey yapmaz düşüncesiyle, biricik evladını işaret eder. Nankörlük ve cimrilik içine işlemiş olan adam, eline geçirdiği bir sopa ile kızının ekmek veren eline öyle bir vurur ki, kızcağızın eli felç olur. Öfkeyle “Ben herkese ekmek versem, bu evde ekmek mi kalır! “ diye de bağırır, kızar…
Aradan seneler geçer. Elindeki nimete şükretmeyen adamın işleri ekmekbozulur. Nesi varsa satar fakat kendini iflastan kurtaramaz. Bu arada sıhhati bozulur, çalışamayacak bir lokmaya muhtaç hale gelir. Bir gün kızına “Benim çalışacak ve dışarı çıkacak halim yok. Dışarı çık birisinden ekmek veya bir ekmek parası iste. Benden ümidi kesin” der. Ömründe kimseden bir şey istememiş olan iffetli kızcağız, utana, sıkıla çarşıya iner. Bir kenara çekilir ve beklemeye başlar. Uzun müddet kızcağızın orada beklediğini gören genç bir esnaf, yanına gelir “Sen masum birine benziyorsun. Burada mahcup bir halde kimi veya neyi bekliyorsun?” diye sorar. Kızcağız “Ekmeğimiz de, alacak paramız da yok. Bir tanıdık rast gelirse ekmek parası isteyeceğim” der. O esnaf, hemen elini cebine atar, hatırı sayılır bir para çıkartıp kızcağıza uzatır “Bunlarla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Böylece, Rabbimin bana ihsan ettiği nimetin şükrünü ödemiş olurum” der. Kızcağız, parayı alırken elinin birini saklar. Bu hal genç esnafın dikkatini çeker “Elinde bir rahatsızlık varsa, seni doktora götüreyim, tedavi ettireyim. Daha önce çok fakirdim, yiyecek bir lokma ekmeğe muhtaç idim. Rabbim bana çok ihsanda bulundu, zengin oldum. Rabbimin bu ihsanına karşı, şükür olarak Onun kullarına yardım etmek istiyorum. Saklama derdin ne ise söyle sana yardım edeyim…”

Kızcağız utana, sıkıla başından geçenleri anlatır. Fakire verdiği ekmek sebebiyle babasının eline sopa ile vurduğunu ve bu sebeple sakat kalıp evlenemediğini de anlatır. Kızcağızdan bunları işiten genç esnaf, hemen komşularını çağırır ve:
“Komşular, bu kızcağızın elinin sakat kalmasına ben sebep olmuşum. Çünkü o ekmeği isteyen bendim. Elinin sakat kalmasına sebep olup da bu halde bırakmak, insanlığa sığmaz ve Allahü teâlâ da razı olmaz. Bu kızcağızın babası, elindeki nimete şükretmediği için, Allahü teâlâ onun dükkanını elinden alıp bana nasip etti. Şimdi imtihan sırası bende… Ben de aynı nankörlüğe düşmek istemem” der ve kızcağızı babasından istetip evlenir. Böylece kızcağızı ve ailesini sıkıntıdan kurtardığı gibi, Allahü teâlânın ihsanlarına da şükreder…

#ekmek, #dua, #umid

YİRMİ BEŞ KURUŞ

Seferberliğin ilânıyla beraber, Ayvalık’taki 9. Tümen’e bağlı 23.Alay ağırlıklarıyla birlikte Soma’ya gelerek, trenle Bandırma üzerinden Tekirdağ’a sevk edildi. 23.Alay’ın Burhaniye’de bulunan bir piyade taburu, mesafenin daha kısa olacağı hesabıyla, Burhaniye–Edremit–Çanakkale yoluyla cepheye sevk edildi.
Bu tabur yürüyüşe geçmeden önce, geçecekleri yollara yakın köylere, gönderdikleri çavuşlar vasıtasıyla, geçecekleri gün ve saat belirtilerek, köylülerden asker için yemek hazırlamalarını, misafir olarak geceleyecekleri yerleri hazırlamalarını istendi. Böylece yürüyüş sırasında, asker için iaşe ve ibate (yeme ve barınma) telaşından bir ölçüde kurtulmuş olunuyordu.
Aynı şekilde, o yıllarda henüz bir köy olan Havran’a gelen çavuşlar, muhtardan kendilerine kaç kişilik, yemek ve yatak hazırlayabileceklerini sorunca. Muhtar; “Burasının köy olduğuna bakmayın. Burası büyük bir köydür. Sizin taburun hepsini ağırlayabiliriz, yedirir içiririz.. Merak etmeyin..” deyince askerler, köyden ayrıldı.
Gerçekten de belirtilen günde Havranlılar, bir tabur askeri doyuracak kadar yemek hazırlamışlar, yetecek yerlerini hazırlamışlardı. Tabur Havran yakınlarına geldiğinde, Tabur Kumandanı, Edremit’in çok yakın olduğu ve çok daha büyük olduğunu düşünerek, Havran’a sadece bir bölük asker yollamıştı.
Bir taburluk hazırlanan yemek, bir bölüğe göre çok çok fazla gelmiş, artmış, hattâ ertesi güne bile kalmıştı.
Bir taburluk yatacak yer hazırlayan Havran Muhtarı, gelen askerleri sadece büyük evlere taksim ederek, küçük ve fakir evlere yük olmasın diye kimseyi göndermemişti.
Bölük kumandanı şöyle anlatıyor: “Ben her zaman, seferi durumlarda en geç yatar ve en erken kalkarım. Askerleri evlere dağıttıktan sonra, sokaklarda dolaşmağa başladım. Yavaş yavaş evlerin ışıkları sönüyordu. Asker yatmağa, uyumağa başlamıştı. Aydınlatma olmadığı için sokaklar zifiri karanlıktı. En son birkaç evde ışık kalmıştı. Onlar da sönünce ben de gidip yatacaktım. Sokakta, birden, iki büklüm, bastonuna dayanarak yürüyen, ihtiyar bir kadına rastladım. Neredeyse çarpışacaktık. Aklıma çeşit çeşit şeyler geldi. Kadına:
“Nene, sen bu saatte sokakta ne arıyorsun?” diye sordum.
“Evlatlarımı arıyorum… Oğullarımı arıyorum…”
“Kim senin evlâtların?”
“Dün bana muhtar, askerler gelecek, sana da misafir etmen için dokuz evlât vereceğim, dediydi… Onlara yataklar hazırladım… Yemekler hazırladım…

resimGelmediler… Onları arıyorum..”
Bir tabura göre hazırlık yapan muhtar, bir bölük asker gelince, ağırlık olmasın diye, bu ihtiyar nineye, misafir etmesi için asker yollamamış. O yıllarda, kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yoktu. Kimsesiz kadınlar, çok zor durumda kalıyorlar, çok zor geçiniyorlardı. Hiçbir gelirleri olmayan, bu yaşlı ve yoksul insanlar, bazen zeytinler silkildikten sonra gidip yerlerde kalan zeytinleri toplayarak, biraz gelir elde etmeğe çalışıyorlar, buna da “ başakçılık” deniyordu. Bu nene de böyle birisi olduğu için, muhtar acımış, ona kimse göndermemişti. Ama nene büyük sevinç içinde dokuz kişilik yer hazırlamış, yiyecek hazırlamıştı.
“Nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, ışıkları henüz sönmemiş bir eve gidip, daha yatmamış olan dokuz askeri neneyle birlikte yolladım… Kadıncağız nasıl sevindi bir görseniz…
Ertesi gün sabah erkenden bölüğü yol üzerinde topladım, yoklamayı yaptıktan sonra, tam yürüyüş emri verecekken, iki büklüm, yaşlı bir kadın, bastonuna dayanarak elinde bir torba yanıma geldi. Galiba akşam karşılaştığım nene idi.
“Kumandan oğlum, bu torbada, evdeki bütün zeytinleri ne varsa koydum. Üstüne de biraz çökeleğim vardı onu koydum… Bunları benim asker oğullarıma yedir emi…”
Almasam, nenenin çok üzüleceğini anladığımdan, çavuşlardan birine işaret edip, elindeki torbayı aldırdım. Nene bu sefer, sevinç içinde, avucunda sımsıkı tuttuğu bir mendili açtı. İçinden tek bir yirmi beş kuruş çıktı. Bana uzattı.
“Kumandan oğlum… biliyorum, çok az. Ama bütün param bu kadar… Bunu al, benim asker oğullarıma, hiç olmazsa bir çay içir, olur mu?..”
Şaşırdım.. Biliyordum ki, nenenin başka parası yoktu… Bütün servetini getirmişti. Yirmi beş kuruşu aldım. Kaldırarak bölüğe gösterdim..
“Bölük… Bakın neneniz, size bütün servetini bağışladı.. Bunu ona helâl ettirin..!”
“Yürüyüş emrini verdim.. Nene arkamızdan el sallıyordu.. Bölüğüm.. O yirmi beş kuruşu helâl ettirdi… Yarısından çok fazlası Çanakkale’de, Gazze’de şehit oldu…
Bu millet böyle bir millettir…
Dün öyleydi… Kim ne derse desin, bugün de öyle…

#cephe, #hazırlık

Masal

Kırık Vazo

Adam, hanımına doğum gününde bir vazo hediye etti. Dar ağızlı, uzun, gösterişli bir vazoydu. Kadın, bu değerli ve pahalı hediyeyi çok beğendi. Onu evin en güzel yerine koydu. Ertesi gün alışverişten dönünce koyduğu yerde, sehpanın üzerinde göremedi. Kocasının, dün vazoyla birlikte getirdiği kırmızı güller vazonun içinden çıkmış, oturma odasında yerlere saçılmışlardı. Hemen seslenerek oğlunu çağırdı.
Yedi yaşından büyük göstermeyen bir erkek çocuğu koşarak yanına geldi. “Vazo nerede?” diye sordu oğluna. “Ben onu kırdım” dedi çocuk. “Parçalarını da toplayıp çöpe attım. Hiç bir yer kirlenmedi anne. Çiçeklere de bir şey olmadı.”

Kadın birden deliye döndü. Bir süre söylenip durdu. Bu sinirinin geçmesine yetmemiş olmalı ki, üç dakika sonra çocuğun yakasından tutmuş çılgınca sarsmaya başlamıştı. “Nasıl yaparsın! Baban onu daha yeni almıştı. Fiyatından haberin var mı?” Ardından bir tokat patlattı çocuğun suratına. Çocuk titredi. İkinci bir tokat yemekten korkar gibi elini kaldırıp indirdi.
“Ben onu kırmadım” diye itiraf etti aniden. Sol yanağı, yediği tokadın şiddetinden alev alev yanıyordu.
“Orada koltuğun arkasında” derken göz yaşlarına hakim olamadı. Sonra koşarak odasına gitti.
Kadın olduğu yerde kalakaldı.
-Acaba doğru muydu söyledikleri?!
– Gidip koltuğun arkasına baktı. Vazo orada duruyordu işte. Sapasağlamdı ve üzerinde bir çizik bile yoktu. Birden müthiş bir pişmanlık duymaya başladı. Çocuğuna vuran eli, tıpkı oğlunun sol yanağı gibi alev alev yanmaya başlamıştı.
Peki neden böyle bir şey yapmıştı. Neden vazonun kırıldığını söylemişti durduk yere. Düşünerek işin içinden çıkamayacağını anlayınca doğruca onun odasına gitti. Çocuk yatağa uzanmış, dizlerini karnına çekmiş, sırtı duvara dönük ağlamaya devam ediyordu. Annesi onu kaldırmaya çalıştı. Çocuk inat etti ve kendisini, onun kollarından kurtararak yine yatağa attı. Sonunda kadın pes edip, oraya öylece oturdu.
çocuk“Niye yaptın?” diye sordu. O da, yattığı yerden, doğrulmadan anlatmaya başladı. “Bu gün okulda bir çocuk, annesinin en güzel porselen tabağını kırmış. Annesi de ona çok kızmış. Ben de ona dedim ki, eğer böyle bir şey yapsaydım, annem bana hiç kızmazdı. Çünkü beni çok seviyor. O da, yaparsan görürsün dedi bana.” Sözlerini bitirince yine ağlamaya başladı.
Kadın en yumuşak sesiyle “Bebeğim,” dedi çocuğu kucağına alırken. Çocuk bu kez hiç itiraz etmedi.
Usulcacık başını annesinin göğsüne koydu ve hıçkırarak ağlamaya devam etti. “Söz oğlum, bir daha bir şeyi kırarsan sana hiç kızmayacağım.” Bu vaat, çocuğun küskünlüğünü önlemek için oldukça iyiydi.
Çünkü ikisi de her an evde bir şeylerin kırılabileceği ihtimalinin farkındaydılar.
“Hiç kızmayacaksın ama!” dedi çocuk.
“Hiç!” dedi annesi.
“Söz mü?”
“Söz oğlum, hiç kızmayacağım.”
Oğlu birden yataktan atlayıp, koridora koştu. İçeriden büyük bir şangırtı geldi. Kadın koşarak oraya gitti ve gördüğü manzara karşısında adeta bir şok yaşadı. Az önce pırıl pırıl parlayan o canım vazo şimdi paramparça olmuş, odanın her yerine dağılmıştı. Vazodan çıkan küçük bir süper kahraman maketi, parçalarla birlikte yerde duruyordu.
“Bu gün içine kaçmıştı” dedi çocuk. “Çıkartamadım, elim sığmadı. Söz verdin kızmayacaksın. Hem zaten tokatı peşin yedim.” Sonra maket oyuncağını kaptığı gibi dışarı fırladı. Arkadaşları oynamak için onu bekliyorlardı.

#vazo, #anne, #cocuk

Menkıbe – Kanuni’nin Sandal Gezisi

Kanuni ve Kayık

Kânûnî Sultan Süleyman Han, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı.
Ortaköy hizâsına gelince kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi
davet etti. O da yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken,
Yahyâ Efendinin ahbâbı, devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok
kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve bu bakış dikkati çekiyordu.

Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli yüzüğü çıkarıp;
-Siz gâliba, bunu merak ettiniz, alıp daha yakından, bakıp inceleyiniz, dedi.
O zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi.
Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler.
Biraz sonra o kişi inmeği arzu etti
Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince,
Pâdişâh kayıkçıya;
-Kıyıya yanaş,dedi.
Kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük vardı. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kânûnî, elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi.
Kânûnî, Yahyâ Efendiye dönüp;
-Ağabey, ne oluyor, bu olanlar nedir ki? dedi.
O da;
-Efendim gördüğünüz, Hızır aleyhisselâm idi, dedi.
Bunun üzerine Kânûnî;
-O hâlde, bunu ne için, daha önce demediniz, bizi niye tanıştırmadınız?” deyince,
Yahyâ Efendi;
-O kendini, tanıttı, lâkin siz tanımakta, geç kaldınız hünkârım, buyurdu.

#Menkıbe, #Kanuni, #Sandal, #Gezi, #Boğaz, #Ortaköy, #YahyâEfendi

Terzi ve İhtiyar

terziGenç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkânı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası.

Günler boyu iş aramış ama bulamamış… Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini…

Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam, “Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer” diye söylenmiş.

Zengin bir işadamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar, “Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?” diye düşünmeye başlamış.

Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı işadamı, terzinin yanına yaklaşıp,
“Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim” deyince, “Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş” diye cevap vermiş terzi.

Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş.

“Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?” diye soran yaşlı adam, “Ben terziyim” cevabını alınca “Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın” diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi.

Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş. Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş. Küçük dükkân önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık “ünlü işadamı” diye anılır olmuş.

Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans  çağırmış.  Yeni işadamımız büyük işi kaçırmak istemiyormuş, ama velinimeti olan yaşlı adamı bırakmaya da gönlü razı olmamış. Hemen seyahatini iptal etmiş. İhtiyar ile birlikte oturmuş ambulansa, hastanede günlerce başında beklemiş. Uzun süre sonra açmış gözlerini ihtiyar. Hayati tehlikeyi atlatmış, başında eşi, oğlu ve terzi bekliyormuş. Gözgöze gelince İhtiyar gülümsemiş. “Terzi, sadece elbise değil, gönül yapmayı da biliyor” demiş.

 

#Terzi #İhtiyar #masal #TürkiyeÇocukDergisi