Hikaye/Masal

MESCİD-İ AKSA’DA NÖBETİ SÜRDÜREN SON OSMANLI

mescidi aksaYıllar önceydi, sene 1972
O zamanlar genç bir gazeteciydim. Türkiye’den bir grup insan, İsrail’e resmi ziyarette bulunuyorlardı. Biz de gelişmeleri izlemek için oradaydık. Bir sıcak mayıs akşamıydı. Her ziyarette olduğu gibi sıradan bir işti anlayacağınız.

Ziyaretin dördüncü günü bize tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başladılar; kafile olarak Mescid-i Aksa’ya vardık. Heyecanlanmıştım asırlık merdivenlerden yukarı çıkarken. Üstteki avluya ‘on iki bin şamdanlı avlu’ diyorlar. Yavuz Sultan Selim Han, Kudüs’e gelince bu avluda on iki bin şamdan mum yaktırmış. Koca Osmanlı ordusu yatsı namazını o mumların ışığında kılmış, adı oradan geliyor.

Avlunun kenarında biri dikkatimi çekti. Doksan yaşlarında bir adam… Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması; her yanı yama içinde, hatta bazı yamaların bile tekrar yamanmış olduğu bir elbise… Asırlık ağaçların gövdesindeki halkalar misali yamaları yaşını göstermeye çalışıyordu sanki.
Orada ayakta bekliyordu, sırtına zorla yapıştırılmış gibi duran hafif kamburu da olmasa dimdik duracaktı. İki metreye yakın boyu ile yaşlıydı ama bir o kadar da vakur. Şaşırmıştım.

‘Acaba bu adam bu sıcakta güneş altında neden dikilip duruyor’ dedim içimden. Bizi gezdiren rehbere sordum; ‘Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler, ne de kimseyle konuşur. Sadece bekler, delinin teki herhalde.’ dedi. Bu yaşta bu sıcakta sebepsiz beklemeyeceğini biliyordum. Bembeyaz sakalının hafif titremesi rüzgardan mıydı, senelerin bedene yüklediği ağır yükten mi bilemedim. Kafasında eski bir kalpak, sanki kanatlanıp gidecek bir kumru misali bekliyordu.

Konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kaldım. Yanına yaklaştığımı fark etti, ama kımıldamadı. ‘Selamün aleyküm baba.’ dedim. Başını biraz bana doğru çevirdi, durakladı ve çatallanmış titrek bir sesle “Aleyküm selam oğul.” dedi. ‘Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?’ dedim. “Ben…” dedi titreyen bir sesle. “Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.” Sesinde titreme kalmamıştı. Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarladı: “Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım. Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nden İngiliz’e saldırdı. Cânım ordu Kanal’da yenildi. Artık geri çekilmek elzem idi. Ecdat yadigârı topraklar bir bir elden gidiyordu. İngiliz, sonra Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık.” dedi.

Osmanlılar, İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde mübarek belde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakır. Eskiden bir kenti ele geçiren devlet, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmazmış. Zaten İngilizler de Kudüs’ü işgal ettikleri zaman halk çok tepki göstermesin diye küçük bir Osmanlı birliğinin şehirde kalmasını istemişler.

Sonra anlatmayı sürdürdü: “Bizim artçı bölük elli üç neferdi. Mütarekeden (Mondros Ateşkesi) sonra ordunun terhis edildiği haberi geldi. Başımızda kolağamız (yüzbaşı) vardı. ‘Aslanlarım, devletimiz müşkül vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar, beni İstanbul’a çağırıyorlar. Gitmem gerek, gitmezsem mütareke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum. İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir, ama beni dinlerseniz sizden tek isteğim var: Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri’nin yadigârıdır. Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk ‘Osmanlı da gitti, bundan sonra bizim halimiz nice olur!’ demesin. Fahri Kâinat Efendimiz’in ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse gâvura bayramdır. Siz, İslam’ın şerefini, Osmanlı’nın şanını ayaklar altına aldırmayın.’ dedi.
Bölüğümüz Kudüs’te kaldı. Sonra upuzun yıllar bir anda bitiverdi. Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Düşman değil de yıllar biçti geçti bizi. Bir ben kaldım buralarda. Bir ben, koca Kudüs’te bir Onbaşı Hasan.” dedi.
Alnından akan ter, gözyaşına karışıyor, kırış kırış olmuş yüzünde kendi yol bulup akıyordu. Konuşmaya devam etti: “Sana bir emanet var oğul, nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?” dedi. ‘Elbette’ dedim. Sanki Türkiye’ye haber göndermek için birini bekliyordu. “Anadolu’ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse Mescid-i Aksa’ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa Kumandanımın yanına git. Ellerinden benim için öp ve de ki: ‘Kudüs’ü bekleyen 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım.’ de.” ‘Tamam’, dedim. Bir yandan gözyaşlarımı gizlemeye, öte yandan dediklerini not almaya çalışıyordum.

Nasırlı ellerine sarıldım sonra öptüm öptüm. ‘Allah’a emanet ol baba’ dedim. “Sağ olasın oğul. Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil. Var sen selam götür tanıdık tanımadık herkese.” dedi. Kafileye geri döndüm, sanki bütün tarihimiz kitaplardan canlanmış da karşıma çıkmıştı. Rehbere durumu anlattım, inanamadı. Adresimi verdim, bu askeri takip etmesini, bir şey olursa bana mutlaka haber etmesini istedim.

Türkiye’ye gelince verdiğim sözü yerine getirmek için Tokat’a gittim. Askerî kayıtlardan Kolağası Mustafa Efendi’nin izini buldum. Vefat edeli yıllar olmuştu. Sözümü yerine getirememiştim. Ardından seneler birbirini kovaladı. 1982’de bir gün ajansa geldiğimde bir telgrafım olduğunu söylediler. Rehberden gelen bir tek cümle yazılıydı:
“Mescid-i Aksa’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün vefat etti.”

İlhan Bardakçı / Tarihçi

 

 

#Hikaye #MESCİDİAKSA #NÖBET #OSMANLI #TüekiyeÇocuk

Kütüphaneci Mustafa

kütüphaneci

Yıl 1943.

Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden olmaz.

Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:

“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.

– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyor musun, almıyor musun?

– Alıyorum.

– Eee, o zaman ne karıştırıyorsun ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacaksın, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…

23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.

O dönemde önüne çıkan bürokratik engelleri bir bir aşar. Bürokratları ikna eder ve bir eşek alır.

İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İade Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.

Kütüphaneye de bir yazı asar:

“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”

Köydeki çocuklar şaşırır.

Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir.

“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.

Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.

Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak otururken, Mustafa eşeği ile birlikte ter dökmektedir.

Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.

Mustafa bakar ki kütüphaneye hanımlar hiç gelmiyor.

Ünlü dikiş makinası firmaları Zenith ve Singer’e mektup yazar:

“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce okuma yazma kursları vermeye başlar. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada resmi kurumlar, Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.

Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Nevşehir çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Merhum Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz adına anıt yaparlar.

Aslında girişimcilik nedir biliyor musunuz? Bulunduğunuz yere yenilik katmanızdır.

Mutlaka adım atmalısınız.

Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve sevimli merkebi hizmetleriyle iz bırakmış. Anıtları bile var.

#Kütüphaneci #KütüphaneciMustafa #Mustafa #TürkiyeÇocukDergisi #Hikaye #Çocuk

Zengin Adam ve Doktor

adam

Zengin yaşlı bir adam bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır, İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder. Doktor çağrılır. Doktor muayene eder, ağrının sebebini anlayamaz sadece ağrı kesiciler verip, gider. Fakat adamın baş ağrısı geçeceğine daha da artarak sürer. Baş ağrısının yanında gözleri de yaşarmaya baslar. Başka doktorlar çağrılır. Adam ağrıyı kesene servet vaat eder.

Ama doktorların hiçbiri ağrıyı kesemediği gibi sebebini de bulamaz.

Baş ağrısından geceleri de uyuyamayan adam iyice kötüleşmiştir. Baş ağrısı ve devamlı gözyaşları hayatı çekilmez kılmıştır. Tedavi için yurtdışına da giderler, hastanede uzun bir süre kalır, çeşitli testler yaparlar bir türlü doktorlar teşhis koyamaz.

Memleketine evine dönmesini orda dinlenmesini daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir. Zengin adam ne yapalım kaderimiz böyleymiş deyip çaresiz evine döner.

Bir gün, yaşlı adam kendini iyi hissetsin diye eski berberi çağrılır. Berber yataktan kalkamayan yaşlı adamı tıraş ederken, adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler. Berber bir an düşünür ve der ki;

– Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın.

Adamın burnunu kontrol eder;

– Hah işte! Kıl dönmüş. Sorun değil ben hallederim.

Deyip yaşlı adamın şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker. Ev halkı yaşlı adamın müthiş çığlığıyla odaya koşar. Berber canı çok yanmış olan yaşlı adamın elinden zor alınır ve cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla evden kovulur.

Adamın burnu kanlar içindedir. Pansumanlar yapılır, adam yatıştırılıp tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah yaşlı adam aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir. Baş ağrısından ise eser kalmamıştır. Dönen kılın sinire değip gittikçe uzayarak dayanılmaz ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder. Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Sapasağlam ayağa kalkan yaşlı adam, vaadini yerine getir. Berberi çağırtır ve ona bir servet bağışlar…

Burnundan kıl aldırmayanların başı çok ağrır…

Hayat akarken bazen büyük sorunların çok basit çözümleri olabilir. Bu çözümlere ulaşmak için herkesi dinlemeyi bilmek, herkesin fikirlerine açık olmak gerekir.

#Zengin  #ZenginAdam #Doktor #Muayene #Masal #TürkiyeÇocukDergisi

Hikaye – Sakanın Eşeği

saka

Fakir bir saka, o sakanın da bir eşeği vardı. Zayıf zavallı bir eşekti, sırtında yüzlerce yara vardı.
Değil arpa ot bile bulamıyordu.
Padişahın atlarının bakıcısı bu sakayı tanıyordu. Onunla eskilere dayanan bir ahbaplığı vardı.
Bir gün sakaya rastladı:
– “Bu zavallı eşeğin hali ne böyle, nerdeyse zayıflıktan ölecek.” dedi.
Saka yana yakıla anlattı:
– “Sevgili dost biliyorsun ki ben fakir bir insanım o sebeple bu zavallı hayvana bakamıyorum.” dedi.
Padişahın ahır başı:
– “Sen bu hayvanı bana ver birkaç gün padişahın ahırına bağlayayım ona padişahın atlarının yeminden vereyim, biraz düzelsin.” dedi.
Saka eşeği seve seve verdi. Eşeği alıp padişahın ahırına getirdiler. Eşek ahırdaki temizliği bakımı atların halini görünce:
– “Ooo, atlar burada cennette gibi yaşıyormuş. Bir de benim halime bak” dedi.
Aradan birkaç gün geçmeden savaş çıktı. Ahırdaki atları çekip eğerlediler. Savaş alanına yolladılar. günlerce
süren savaştan sonra atlar döndüğünde her birinin vücudunda yüzlerce yara vardı birçok ok ucu hala vücutlarında duruyordu.
Atların ayakları bağlandı cerrahlar geldiler, başladılar atların orasını burasını yararak, ok parçalarını, mızrak uçlarını çıkarmaya.

Bunu gören eşek, daha önce düşündüklerinden, söylediklerinden bin pişman oldu.
Haline şükretti…
MESNEVİ’den

#Hikaye, #Saka, #Eşek, #Çocuk, #TürkiyeÇocukDergisi

Masal – Mutluluğun Sırrı

mutluluğun sırrı

Mutluluğun Sırrı

Hayatı boyunca mutlu olmadığını fark eden bir adam, artık mutlu olmakistiyorum demiş
ve aramaya koyulmuş. Ne yaptıysa da mutluluğu yakalayamamış.
Kimden yardım istesem diye düşünürken, uzak bir diyarda, zengin bir bilgeyi
önermişler. Bu bilge aklı, bilgisi ve malı ile ün salmış zengin birisiymiş. Kim yardımına
gelse sorularına cevap verip derdine derman bulmadan geri göndermezmiş.
Bu bilgeden yardım istemeye, mutluluğu nasıl yakalarım diye sormaya karar vermiş.
Uzun bir yolculuktan sonra bilgeyi bulmuş, ancak kapısında derdine derman
arayanlardan oluşan çok uzun bir kuyruk varmış. Bilgenin gerçekten sorusuna doğru
cevap vereceğine inanmış, beklemeye başlamış.
Sonunda sıra ona da gelmiş ve bilgeye mutluluğu nasıl yakalarım diye sormuş. Bilge
bu soruyu cevaplarsa sıradaki diğer insanların beklemekten sıkılacağını düşünmüş,
adamlarından bir kaşık istemiş ve içine iki damla yağ damlatmış sonra demiş ki:
– Sarayımın her yerini gez ve sonra tekrar gel ama sarayımı gezerken yağı dökmeden
bu kaşığı ağzında taşıyacaksın.
Adam sorusuna hemen cevap alamadığı için biraz şaşkın tamam demiş, sarayı
gezmiş gelmiş bilge bakmış yağ hala kaşıkta, demiş ki:
– Aferin yağı dökmemişsin güzel, peki sarayımın güzelliklerini anlat bakalım,
sarayımda neler gördün.
Adam yağı dökmeyeceğim diye uğraşmaktan pek dikkat edememiş, bir şey
diyememiş. Sonra bilge:
– Olmadı, yağı dökmeden, kaşığı tekrar ağzında taşı, bu sefer sarayımdaki
güzelliklere dikkat et, sonra tekrar gel.
Adam ne yapalım deyip tekrar kabul etmiş. Her yeri gezmiş, bu sefer sarayın
güzelliklerinden çok etkilenmiş. Sonra ağzında kaşıkla gene bilgenin yanına gelmiş.
Bilge sormuş:
– Sarayımın güzellikleri gördün mü, anlat bakalım.
Adam bu sefer hayran kaldığı güzellikleri anlatırken bilge onun sözünü kesmiş ve
demiş ki:
– Güzel, peki ama yağ nerede?
Adam sarayı hayran hayran dolaşırken yağı tamamen unutmuş, utana sıkıla bilgeye
demiş ki:
– Şey… yağı dökmüşüm.
Bilge bizimkine anlamlı bir bakış atmış ve demiş ki:
– Mutluluk hayatın bütün güzelliklerini yaşamak,
tadını çıkarmak ve sorumluluklarına, kaşıktaki yağ gibi sahip çıkmaktır.
Adam mutluluğun sırrına ulaştığı için sevinmiş,
bilgeye teşekkür etmiş ve bilgenin huzurundan ayrılmış.

#MutluluğunSırrı, #Masal, #TürkiyeÇocukDergisi, #MutluOlmak, #Mutluluk, #Bilge

İki Köle

köle

Bir gün padişah iki tane köle satın aldı. Kölelerden biri çok temiz yüzlü inci dişli biriydi, nefesi gül gibi kokuyordu. Diğeri oldukça çirkindi, dişleri çürümüş ağzı kokuyordu.

Padişah o güzel yüzlü köleye ihsanlarda bulunarak onu hamama gönderdi. Dişleri çürümüş ağzı kokan köleyi yanına çağırdı. Kendini çok beğendiğini fakat arkadaşının kendisi hakkında çok kötü şeyler söylediğini belirterek, onun da arkadaşının kötü huylarını söylemesini istedi. Fakat köle arkadaşına toz kondurmadı hep onu övücü sözler söyledi. Padişah ne yaptıysa bir türlü o köleye arkadaşı hakkında kötü bir söz söyletemedi.

Nihayet ikinci köle hamamdan geldi. Padişah onu da sınamak için huzuruna çağırdı. Onu övücü sözler söyledi.

“Sıhhatler olsun ne kadar zarif ve latif olmuşsun. Keşke öbür kölenin sayıp döktüğü kötü huyların da olmasa ne olurdu.”dedi ve onu da diğer köle gibi denemek istedi.

Bunun üzerine köle kızdı, köpürdü ve arkadaşı hakkında kötü şeyler sayıp dökmeye başladı.

Biraz konuştuktan, arkadaşının kötülüklerinden bahsettikten sonra padişah onu susturdu:

– “Yeter artık ikinizin de özünü, aslını anladım, onun ağzı kokuyor, senin ise için kokmuş, bundan sonra sen o doğru sözlü ve güzel huylu kölenin emrindesin haydi git.” dedi.

– Güzel ve iyi yüz, kötü huyla birlikte olursa bir kalp akça bile etmez.

#İkiKöle #İki #Köle #Padişah #Çirkin #Temiz #Hikaye #TürkiyeÇocukDergisi

Hikaye – İki Simge

iki simge orj

İki Simge

Yaşlı kızılderili reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı.
Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve oniki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.
Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar.
Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık.
O merakla, sordu dedesine…
Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
– Onlar, dedi. Benim için iki simgedir evlat!
– Neyin simgesi? diye sordu çocuk.
– İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur.
Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları.
Çocuk, sözün burasında:
– Mücadele varsa, kazananı da olmalı, diye düşündü…
Ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
– Peki, dedi. Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
– Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!…

#Hikaye, #İkiSimge, #Kurt, #Köpek, #Çocuk, #Kızılderili, #TürkiyeÇocukDergisi

İnsanlar Neden Bağırarak Konuşurlar?

İslâm alimlerinden biri talebeleriyle Basra kıyısında gezinirken deniz
kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görür.

Talebelerine dönüp:
“İnsanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sorar.

Talebelerden biri:
“Çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince mübarek zat:
“Ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden yüksek sesle
konuşuruz? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de
duyurabilecek ve demek istediklerimizi rahat aktarabilecekken niye avazımız
çıktığı kadar boğazımızı yırtarak bağırırız?” diye tekrar sorar.
Talebelerden ses çıkmayınca anlatmaya başlar:
“İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu
uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak
mecburiyetinde kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi
kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları lazım gelir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine
sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya
da çok azdır.

Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur?

Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir
süre sonra konuşmalarına bile lüzum kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları
yeterli olur. İşte birbirini hakiki olarak seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra mübarek zat talebelerine bakarak şöyle devam eder:
“Bu sebeple tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine
müsaade etmeyin, izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözlerden uzak
durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp
birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz…

Allahü Teala Muhafaza buyursun…”
Ne demişler…
“Zerzevatçı bağırır, sarraf bağırmaz,
Eskici bağırır, antikacı bağırmaz,
Söyleyecek sözü, fikri kıymetli olan bağırmaz
Bağıran düşünemez, düşünmeyen kavga eder…

#İnsanlar, #Bağırma, #Sarraf, #Hikaye, #Kalp, #Sevgi, #Mesafe, #TürkiyeÇocukDergisi

Hikaye – Neme Lazım

Neme Lazım

Kanuni Sultan Süleyman, devletini olabilecek en yüksek seviyelere
çıkarır; ama, “Günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer,
çökmeye yüz tutar mı?” diye de zaman zaman düşünür…
Birçok meselede olduğu gibi, bu endişe edilecek düşüncesini süt
kardeşi meşhur alim Yahya Efendi’ye açmaya karar verir. Keşfine,
kerametine inandığı Yahya Efendi’ye el yazısıyla bir mektup gönderir:
“Sen ilahi sırlara vakıfsın. Kerem eyle de, bizi aydınlat. Bir devlet
hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün
olur da izmihlale uğrar mı?” diye özetler endişesini.
Devrin kudretli sultanı Muhteşem Süleyman’dan gelen bu mektubu
okuyan Yahya Efendi’nin cevabı ise gayet kısadır:
“Nemelâzım be Sultanım!”
Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bu söze bir
mana veremez, endişesi daha da artar. Zira Yahya Efendi gibi
bir zat, ciddi bir meseleye böylesine basit bir cevap vermezdi,
vermemeliydi…
Söylenmeye başlar:
“Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?”
Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergahına gider. Bu sefer
sitem dolu bir şekilde:
“Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu
ciddiye al!” diyerek, sorusunu tekrar sorar.
Yahya Efendi duraklar:
“Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben
sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim.”
“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “nemelazım
be sultanım!” demişsiniz. Sanki ‘beni böyle işlere karıştırma’
der gibi bir mana çıkarıyorum.”

Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri tarih gergefine nakşeder:
“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyuka çıksa…
İşitenler de nemelazım, deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de, çobanlar yese,
bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin,
feryadı göklere çıksa da, bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu
görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır.
Asayiş ve emniyete vesile olan, itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve
izmihlal de böylece mukadder hale gelir…”
Söyleneni dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan, başını sallayarak da bunları tasdik eder.
Söz bitince ikazlarının devamı için tembihte bulunur süt kardeşine. Sonra da memleketinde
kendisini ikaz eden böyle bir alim olduğu için Allah’a şükrederek oradan ayrılır…
***
Devletlerini yükseltenler, fetihler yapanlar “nemelazım” demediler.
“Ne güzel kumandan..!” iltifatına mazhar olan Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri,
Trabzon dağlarını aşarken yanında Karamanoğlu’nun kızı olan halası
bulunmakta idi…
“Sultanım” dedi halası, “bunca zahmete değer mi bir kefere için?”
O koca sultanın ayağında gut hastalığı vardı o zaman ve sarp dağlarda, karların
üzerinde atıyla giderken büyük acılar ve zahmetler çekiyordu. İşte hala yüreği buna
dayanamamıştı…
Fatih, döndü ve halasına şöyle dedi:
“Bibi (hala), bizim zahmetimiz din-ü devlet içindir,
i’la-yı kelimetullah içindir, şahsımız için değildir.
Eğer bu zahmeti çekmezsek bize ‘gazi’ demek yalan olur!”

#Hikaye, #NemeLazım, #KanuniSultanSüleyman, #YahyaEfendi, #FatihSultanMehmed, #TürkiyeÇocukDergisi

Baba Nasihati

Bir adamın on iki erkek evladı varmış. Yıllarca
çalışmış, didinmiş evlatlarını yetiştirmiş. Evlatlarına iyiyi,
doğruyu, güzel ahlakı aşılamaya çalışmış. Ne yazık ki
oğlanlar sürekli birbirleriyle didişiyorlarmış. Elbette ki
kimseye kalmayan dünya ona da kalmayacakmış. Baba
hastalanıp ölüm döşeğine düşmüş. Evlatları, babalarının
başından bir an olsun ayrılmıyor; bir ihtiyacı, arzusu
olursa yerine getirmek için birbirleriyle yarışıyorlarmış.
Ancak birbirleriyle didişmeden de duramıyorlarmış.
Baba içlerinden birini çağırıp kardeşlerini toplamasını
istemiş. Kısa sürede on iki evlat babalarının başına
toplanmış.

Baba, her birinin bahçeye çıkıp, birer tane
odun getirmesini istemiş. Ne çok ince ne çok kalın.
Evlatlar babalarının isteğine bir anlam veremese de;
bahçeye çıkıp birer tane odun bularak getirmişler. Tam
ihtiyar adamın istediği gibi “Ne çok ince ne çok kalın”.
Baba bir de ip isteyip; on iki evlattan gelen on iki odunu
üst üste koyup birbirine gücü yettiğince bağlamış.
“Şimdi” demiş, “Söyleyin bakalım bunu hanginiz
kırabilir?”

Evlatlar sırayla birbirine bağlı bu odunları
kırmayı denemiş. En güçlüleri de kendisini en sona
saklamış. En güçlüleri de odunları kıramayınca
baba; “O odunları geri verin bakalım beceriksizler”
demiş.

Odunları alıp tüm gücünü toplayarak yatakta
doğrulmuş. Odunları bağlayan ipi çözüp, hepsini
teker teker kırmış. Evlatlar içlerinden “Bu şekilde biz
de kırardık” diye geçirse de, saygılı birer birey olarak
yetiştirildiklerinden ses çıkarmamışlar.

Baba saygıyla kendisine bakan evlatlarını teker teker süzüp, son
öğüdünü vermeye başlamış:
– Bakın evlatlarım! Sizi her anlamda iyi birer evlat
olarak yetiştirmeye çalıştım. Ama şu birbirinizle
geçinememenize çok kızıyorum. Odun meselesine
gelince; “Odunları bu şekilde biz de kırardık” diye
düşündünüz değil mi? Evlatlarım hayat bir sınavdır
bu da size, babanızın son sınavıydı. Gördüğünüz gibi
birbirine bağlı odunları en güçlünüz bile kıramadı.
Ancak odunları çözünce ne de kolay kırıldılar değil
mi?

İşte siz de hayatta bu odunlar gibi birbirinize
tutunursanız sizi kimse ezemez, kıramaz. Ancak
birbirinize sahip çıkmazsanız ipi çözülen odunlar gibi
teker kırılırsınız. İşte bu babanızın size son öğüdüdür!

#hikaye, #baba, #nasihat, #evlat, #türkiyeçocukdergisi