Tarih

Bir Çanakkale Şehidinin Son Mektubu

Canım Valideciğim,
Dört asker doğurmakla iftihar eden şanlı Türk annesi!
Nasihat içeren mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki, armut ağacının gölgesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu, bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgara mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı sanki.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim, güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları, kendilerine mahsus bir seda ile beni müjdeliyorlardı. Bakışlarımı sola çevirdim, çağıl çağıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu… Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedası ile beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini, ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:
-Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.
-Pekala, dedim. Aldım baktım, sütlü çay…
-Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.
-Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
-Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.
-İşte onun çobanından 10 paraya aldım.
Valideciğim,
On paraya yüz dirhem süt, hem de çok lezzetli.. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.
Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor?
Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: “Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi.”
Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.
Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.
askerO güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allah’ım, bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu.
Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.

Bütün dünyanın gürültü ve patırtısını unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yumdum, ağzımı açtım ve dedim :
-Ey Allahım! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu
secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halıkı! Sen
bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, sana inanan ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
“Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i
celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği
ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde
sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!”
Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes’ut, benim kadar mesrur bir kimse düşünülemezdi. Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı? Kadir’e mektup yazdım. Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat’iyyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin. Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.

#asker, #mektup, #anne

İki Çılgın Türk

Yıl 1912, İngilizler Hindistan’ı işgal eder, Hindistan kralı Osmanlı’dan yardım ister.

Yıllardır savaş içinde olan Osmanlı bu yardımı karşılıksız bırakmamakla birlikte 350 kişilik bir askeri birliği gemiyle Hindistan’a gönderir. 350 kişilik birlikten 20 kadarı hastalıktan yolda şehit olur, kalan 330 Osmanlı askeri Hindistan’a çıkarlar ve İngilizlerle savaşmaya başlarlar. Mühimmat açısından kısıtlı olan Osmanlı askerleri birkaç günlük mücadeleden sonra teknolojik donanıma sahip İngiliz askerleri karşısında yenik düşerler ve 40 kadarı esir alınır diğerleri de savaşta şehit olurlar. Savaş bittikten sonra bu 40 Osmanlı esir askerini, İngilizler gemilerde çalıştırmaya başlarlar. Bir İngiliz gemisi Avustralya’ya geldiğinde, esir iki Osmanlı askeri gemiden bir yolunu bulup kaçarlar.

Bir süre sonra, adı Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah olan, baba mesleği dondurmacılığa baslar. Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet de baba mesleği kasaplığa başlar. 1915’de Avustralya Çanakkale’ye asker çıkarır ve bizim iki Osmanlı askeri olayı duyarlar ve hemen buluşurlar, durum değerlendirmesi yaparlar. Biz Osmanlı askeriyiz ve Avustralya’da yaşıyoruz. Avustralya devleti Osmanlı’ya savaş açmış ve bizim ülkemizi işgale gitmiş, bundan dolayı biz de Avustralya devletine savaş açalım derler. Alırlar kağıdı kalemi ve yazarlar:  “Sayın Avustralya Başkanı Ekselans, Biz iki Osmanlı askeri, ülkenizde bulunuyoruz, duyduk ki devletimiz Osmanlı’ya Avustralya devleti olarak savaş açmış ve Çanakkale’ye asker göndermişsiniz. Bundan dolayı iki Osmanlı askeri olarak biz de Avustralya devletine savaş açmış bulunmaktayız. Bu bir Osmanlı savaş fermanıdır. Ekselansların bilgilerine duyurulur.” Karahisar diyarından Tarakçıoğlu Mehmet Karadeniz diyarından Menteşoğlu Abdullah İki Osmanlı askeri, Sydney’in 250 km uzağında Karlıdağlar denilen bölgede önce virajlarda tren raylarını sökerek 3 tren devirirler ve üçüncü tren de askeri mühimmat bularak silahlanırlar. Aynı bölgede 8 karakol basarlar ve karakollardaki askerlerin tamamını vururlar. Ne olduğunu bir türlü çözemeyen Avustralya devletinin sonunda iki Osmanlı askerinin yazmış olduğu mektup akıllarına gelir ve mektubun atıldığı bölgeye 250 kadar asker gönderirler ve iki Osmanlı askeri araştırılmaya başlanır. Birkaç günlük araştırmadan sonra sıcak çatışma olur ve iki Osmanlı askeri bu Karlıdağlar’da şehit edilir. İki askerin şu an mezarı Sydney’ e 250 km uzakta Karlıdağlar’da ve mezarlarında fotoğraf çekmek yasak. Avustralyalılar iki Osmanlı askeriyle savaştık demek zorlarına gittiği için bu askerlerimize (Hindistan asıllı) diyorlar. Oysa Hindistan’da ne Karahisar diyarı, ne de Karadeniz diyarı diye bir bölge var…” Bu hadise “Broken Hills muharebeleri” olarak Avustralya resmi harp tarihinde mevcuttur.

Bu vatan için 12 bin km uzakta canlarını veren iki muhteşem kahramanımızı saygıyla, rahmetle, minnetle, gözyaşları içinde yad ediyoruz. Yaşayan torunları varsa, ellerinden hürmetle öpüyoruz.

#İkiÇılgınTürk, #Hindistan, #Osmanlı, #İngilizler, #Avustralya, #Çanakkale

Dünyaya Yön Verenler – Bursa Ulu Camii’nin Sırları

-Fatih Sultan Mehmet Han’ın Belgrad Seferi’nde, yalın-kılıç düşman ordusunun içerisine daldığı ve pek çok düşman kırdığını,
-IV. Murad Han’ın yaklaşık 23 metreden bir madeni parayı ve 30 metreden de bir yumurtayı vurduğunu,
-Yavuz Sultan Selim Han’ın kendi vasiyeti ile sandukası üzerinde, hocası İbn-i Kemalpaşazade’nin atından sıçrayan çamuru taşıyan kaftanının bulunduğunu biliyor muydunuz?

Türk Tarihi’nin en kıymetli eserlerinden Ulu Cami, minberi ile tarihe yeniden ışık tutuyor.
Bursa ilimizin 670 yıllık tarihî Ulu Câmii’nde yapılan bilimsel çalışmalar sırasında, Osmanlı’nın ilim ve sanatta ne kadar ileri gittiğini gösteren belgeler bulundu. Câmi’nin dünyada bir benzeri bulunmayan ahşap minberindeki motifler, en ince teferruatına kadar Nakkaş Mimar Semih İrteş başkanlığındaki bir ekip tarafından çizildi.

KORUMANIN BÖYLESİ
Ahşap motif ve sedef kakmaların kaybolmasına yol açan minberin üzerindeki
12 kat vernik ve cila, özel yöntemlerle kazındı. Böylece minberin motifleri net bir
şekilde ortaya çıkartıldı. Çalışma sırasında açığa çıkan müthiş detaylar ise herkesi
hayrete düşürdü.

MİMBERE KAZILI BİLİM
Yıllar önce inşa edilmiş olan tarihî minber üzerinde, Güneş Sistemi’nin günümüzde
tespit edilen uzaklıklarına göre resmedildiği görüldü. Resimde, Güneş Sistemi’ndeki
gezegenler ile Dünya’nın etrafında dönen Ay da bulunmakta. Ayrıca, gezegenlerin
büyüklükleri gerçek ölçüleri ile örtüşür şekilde bulunmakta.

TEKNOLOJİNİN AKLI ŞAŞTI
Güneş Sistemi yetmez gibi bir de günümüzde dahi gezegen mi yıldız mı
olduğu, tartışılan Plüton’un metal olarak ve gezegenlerden ayrı bir yerde nakşedilmiş
bir halde bulundu.

GEÇMİŞTEN GELEN CEVAP
Minberde Plüto’un, diğer gezegenlerden farklı bir maddeden yapılması, bugünkü
tartışmalara o zamandan cevap bulunduğunu gösteriyor.

HER DEVİRDE, HEP İLERİDE
Dünya’nın döndüğünü söylediği için öldürülen
İtalyan Galileo, Batı dünyasında astronominin
kurucularından biri olduğu iddia edilen kişidir… Ve
Galileo’dan tam 230 yıl önce, 1396 yılında,
Osmanlı âlimlerinin verdiği projeye göre
yapılan, minber… Bursa Ulu Cami’de, ortaya çıkan
minberin sırrı ile Osmanlı Devleti’nin, ilimde ne kadar ileri
bir seviye olduğunu göstermektedir. 14.yüzyılda Güneş
Sistemi, Dünya’nın uydusunu bilmek; günümüzde bile
tartışma konusu ile olan Plüton’ün sırrını o zamanlar çözüp
günümüze cevap bırakmak…
İlim ve bilim bu olsa gerek! Ne şanslıyız ki böyle büyük atalarımız var imiş
Biz de onlara layık olmak yolunda durmayan çalışmaya devam etmeliyiz.

#DünyayaYönVerenler, #BursaUluCamii, #Sırlar, #TürkiyeÇocukDergisi

Mimar Sinan ’ın Mektubu

Mimar Sinan ’ın (1490-1588) şaheserlerinden biri olan Şehzadebaşı Câmii’nin 1990’lı yıllarda devam Eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, câminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı katıldığı televizyon programında şöyle anlatır: Câmi bahçesini çevreleyen duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler görüldü. Restorasyon programında bu kemerlerin yenilenmesi de yer aldı. Biz inşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşa edildiğini öğrenmiştik, Fakat taş kemer inşası ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan destekleyen bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Sökmeye kemerin kilit taşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde dürülmüş beyaz bir kağıt vardı. Şişeyi açıp kağıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu. Hemen bir uzman bulup okuttuk.

Bu bir mektup idi ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu: “Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşaa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum.” Koca Sinan mektubunda böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu’nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşaasını anlatıyordu. Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insan üstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kağıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarın erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur.

#MimarSinan, #Mektup, #ŞehzadebaşıCâmii, #TaşKemer, #inşaat, #inşaatfakültesi, #sorumluluk

BU DÜNYADAN BİR YAVUZ GEÇTİ

 

600 yıl boyunca cihana adaletle hükmeden Osmanlı Padişahları sefere, ilahi bir işaret görünmeden çıkmaz, ancak bu
işaretleri görünce sefere çıkarlardı. Bu padişahlardan biri de 8 yıla seksen yıllık iş sığdıran ulu hakan Yavuz Sultan Selim Han idi. Yavuz Sultan Selim, halifeliğin Osmanlılara geçtiği o müthiş ve zorlu Memluk seferine niyetlenir lakin, o beklediği işaret henüz gelmemiştir. Yavuz Sultan Selim Han bu işareti beklerken bir gece bir rüya görür. Rüyada kendisine “Bunu Hasan kulunuz da gördüler” denilir. Selim Han bu olsa olsa benim can dostum Hasan Can’dır diyerek bir önceki gece huzuruna gelmeyen Hasan Can’ı çağırır.
– Hasan Can bu gece görünmedin ne yapıyordun? diye sorunca Hasan Can:
– Hünkarım, bir kaç gecedir uykusuz kaldığımdan bu gece gaflet ile uyuyakalıp hizmetten uzak düştüm, diyerek Yavuz Sultan Selim Han’dan özürler diler… Sultan Selim Han bunun üzerine :
– Öyleyse gördüğün rüyayı anlat. buyurur.
Hasan Can:
– Sultanım bir rüya görmedim cevabını verir. Padişah:
– Bu ne sözdür. Bir geceyi tamamı tamamına uykusuyla geçiresin ve de rüya rüya görmeyesin? Hadi rüyanı
gizlemeden anlat, der.Hasan Can yeminler ederek bir rüya görmediğini söyler. Sultan mübarek başını iki yana sallar ve “Tuhaf” buyurur. Hasan Can padişahın bu ısrarına çok şaşırır ve “Mutlaka bunda bir hikmet olmalı” diye düşünürken, huzurdan ayrılır. Dışarı çıkınca, kapı ağası Hasan ağa ve diğer görevliler sohbet ederler. Ama kapı ağası Hasan ağa pek düşünceli, şaşkın ve gözü yaşlı bir haldedir. Hasan ağanın bu halinin sebebini sorar Hasan Can, lakin bir cevap alamaz. Bunun üzerine Hazinedar Başı Mehmed Ağa, “Uykusunda bir rüya görmüş, hala onun etkisinde. . . “ diye cevap verir. Bunun üzerine Hasan Can “Allah rızası için anlat, hünkarımız bir rüya bekliyor, sabahtan beri beni bir rüya gördün mü diye sıkıştırır. Ne olur lütfen anlat! der. Hasan ağa mecbur kalarak anlatmaya başlar. Bu gece şu kapı hızla çalındı. Ne oluyor diye kapıyı açtım, bir de ne göreyim? Her yer elleri bayraklı, silahlı, başları sarıklı,
yüzü nurlu insanlarla doluydu. Kapının hemen önünde elleri sancaklı dört mübarek kişi vardı. Elinde padişahımızın ak sancağı bulunan ve kapıyı vurduğu anlaşılan o mübarek kişilerden biri bana:
– Biliyor musun, buraya niçin geldik? dedi.
– Buyurun dedim.
– Bu gördüğün insanlar peygamber efendimizin arkadaşları, Eshab- ı kiram’dır. Bizi alemlerin efendisi, Peygamber Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem gönderdi. Sultan Selim Han’a selamı var. Haremeyn’in (Mekke ve Medine)hizmetini ona buyurdu. Biz dördümüz ki, dört büyük halifeyiz, şu gördüğün Hazreti Ebu
Bekr- i Sıddık, bu Hazreti Ömerül Faruk, bu Hazreti Osman ve bende peygamber efendimizin damadı Hazreti Ali bin Ebu Talib’im. Git Selim Hana söyle dedi. Sonra bir anda kayboldular, deyince Hasan Can bir anda fırlayıp Sultan Selim Han’ın huzuruna koşar.
– Hünkarım, rüyayı ben Hasan kulunuz görmediysem de, başka bir Hasan kulunuz görmüş. der. Sultan Selim Han
“Anlat” deyince Hasan Can başlar anlatmaya, o anlattıkça, sultanın gözünden yaşlar boşalmaya başlar. Bitirince
de “Hasan Can biz sana demez miyiz ki biz bir yere sefer için görevlendirilmeden hareket etmeyiz diye. Şimdi zafer
davullarımız çalabilir, sefere çıkıyoruz buyurur ve çok zorlu bir sefere çkılır. Çöller geçilir ve memluklerle savaşa girişilir. Osmanlı Ordusu savaşı kazanarak Halep’e girer.
Artık Yavuz Sultan Selim Han aynı zamanda müslümanların halifesidir. Daha sonra ordusuyla birlikte cuma namazınını
kılmak üzere Halep Büyük Camii’ne girerler. Hutbede imam, “Hakim- ül Haremeyniş şerifeyn Sultan Selim” (Mekke ve Medine’nin Hakimi Sultan Selim) deyince Yavuz Sultan Selim Han:
– Hayır, biz buraların hakimi, değil hadimiyiz (hizmetçisiyiz) diyerek müdahale eder. Kendisinden sonra gelen
padişahlarda bu unvanı en büyük şeref sayarak kullanmışlar. İşte 600 yıl cihana adaletle hükmeden Osmanlı
padişahlarına halifeliğin geçişi böyle olur.

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

#YavuzSultanSelim #YavuzSultanSelimHan #YavuzSultanSelimHanHayatı #TürkiyeÇocuk #TürkiyeÇocukDergisi

Çolak Hasan ‘ın baltası!..

Hasan adında bir genç, yeniçeri olmak istiyordu… Bir gün “Acemiler Ocağı”na başvurdu. Fakat kabul edilmedi. Hasan’ın mangal gibi yüreği vardı ancak, eli özürlüydü. Üzüntüyle oradan ayrılarak evine gitti. Hüngür hüngür ağlıyordu. O sırada büyük âlim Hoca Sâdeddîn Efendi, gezintiye çıkmıştı. Bir ağlama sesi duydu ve o tarafa yöneldi. Hasan’ı gördü ve niçin ağladığını sordu. O da başından geçenleri bir bir anlattı… Sâdeddîn Efendi bir süre düşündükten sonra; “Seni bu harbe götüreceğim” dedi… Hasan bir an hayretler içinde kaldı. Hoca Efendi “Evladım, sen de bu orduya mutfakta hizmet edersin” dedi… Hasan, bu sözlerden sonra, Sâdeddîn Efendi’nin yanından hiç ayrılmadı…

1596’da Sultan Üçüncü Mehmed Han, ordusu ile sefere çıktı. Çolak Hasan da bu ordunun mutfak görevlileri arasında yer almıştı. Osmanlı ordusu, Haçlılarla Haçova’da karşılaştı. Otağ-ı hümâyûn bataklığı gören bir tepeciğin üzerinde kuruldu…

İlk günkü çarpışmalardan bir netice alınamadı. Ertesi gün savaş yeniden şiddetlendi. Sultan, beyleri ve paşaları yanında olduğu hâlde savaşı tâkip ediyordu ki ön saflarda bir çözülme yaşandı. Fırsattan istifâde eden düşman, Sultan’ın otağına saldırdı. Durum vahim bir hâl almıştı…

Bu sırada ordunun geri hizmetindekiler, mutfak çadırının önünde toplandılar. Hasan ise onlara; “Ne duruyorsunuz? Otağ-ı hümâyûnu düşman çizmeleri kirletecek. Ellerimiz bağlı bekleyemeyiz” diye bağırdıktan sonra, mutfak çadırına girerek direklerden birinde asılı olan baltayı kaptığı gibi fırladı. Bu hareket oradakileri coşturdu. Herkes; bıçak, satır ne bulduysa eline alarak, Hasan’ın peşine takıldı…

Hasan, Sultan’ın otağına girmek üzere olan bir kefereye baltasını öyle bir savurdu ki, zırhını delerek göğsünü parçaladı. Bunu gören diğerleri de paniğe kapıldı. “Allah Allah” sesleri ortalığı çınlatmaktaydı… Tepenin üzerinde hâdiseyi seyreden Hoca Sâdeddîn Efendi, yanında bulunan Cağaloğlu Sinân Paşa’ya; “Düşmanın bu şaşkınlığından istifâde edebiliriz. Ne duruyoruz?” diye bağırdı…

Savaş bir anda tam tersine dönmüş, düşman askeri dağılmış, kaçmaya başlamıştı. Fakat baltasıyla bu zaferin kazanılmasında büyük rol oynayan Çolak Hasan ağır yaralanmıştı. Onu, Sultan’ın çadırına getirdiler. Pâdişâh’ı görünce; “Çok şükür, Pâdişâhım hayatta” dedi ve Kelime-i şehadeti söyleyerek son nefesini verdi…

#ÇolakHasan #tarih #türkiyeçocuk

Gerçek Adalet

İstanbul’un fethi tamamlanır ve Bizans’ın hapsettiği tüm hükümlüler salıverilir. Ancak iki keşiş (papaz) zindandan çıkmak istemezler. Huzuruna getirilen keşişlere Fatih sorar: “Niçin zindandan çıkmak istemiyorsunuz?”
Papazlar derler ki: “Biz İmparator Konstantin’e adil ve hakperest ol dediğimiz için zindana atıldık. Böyle bir haksızlık karşısında düşündük ki, bu dünyanın zindanı dışarısından daha iyidir. Onun için biz zindanda kalmaya razıyız.” Dünyaya küsen bu papazlara Fatih şöyle der: “Siz benim memleketimde İslam adaletinin nasıl uygulandığını biliyor musunuz? Bunu öğrenmek için ülkemi gezip görünüz. Mahkemelere uğrayınız. Eğer bir zulüm görürseniz isterseniz zindana girersiniz.”

Teklifi kabul eden keşişler, aldıkları bir izin belgesiyle Osmanlı ülkesini gezip dolaşmak üzere İstanbul’dan yola çıkıp Bursa’ya geliriler ve bir mahkemeye uğrarlar. Bir Müslüman, diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alır. Bilahare bu tarlayı sürmeye başlar. Bu arada kara sabanın ucuna sert bir cisim değer. Biraz daha derin kazıldığında oradan bir küp çıkar. İçi de ağzına kadar altınla doludur. Çiftçi hemen bulduğu bu bir küp dolusu altını, tarlanın eski sahibine getirir ve der ki: “Ben bu tarlanın altını değil üstünü senden satın aldım. Şayet sen bu tarlada altın olduğunu bilseydin bana satmazdın. Dolayısıyla bu altınlar benim değil senin hakkın.” Tarlanın eski sahibi ise: “Hayır. Ben bu tarlayı her şeyiyle sana sattım. Onların hepsi senin nasibin.” Der. Mesele mahkemeye intikal eder. Keşişler verilecek kararı merakla beklemektedirler. Sonuçta kadı, her iki Müslüman’ı bu asil davranışlarından dolayı takdir eder ve altınların iki Müslüman arasında paylaşılması kararını verir. Ardından da birinin kızını diğerinin oğluna nişanlayıp mutlu olmaları için dua eder ve onları kucaklaştırıp dostluklarını pekiştirir.

Hayretler içinde Konya’ya varırlar Konya’da yine bir mahkemeye uğrayan keşişler orada görülen davaları seyrederken özellikle birini dikkatle izlemeye koyulurlar. Bir Yahudi, Müslüman birisine at satmıştı. Satarken de çok iyi bir cins at olduğunu ve hiçbir kusurunun bulunmadığını söylemişti. Ancak Müslüman satın aldığı atı getirip ahırına bağladığı ilk akşam, onun hasta olduğunu anlar. Sabah olur olmaz mahkemenin yolunu tutan Müslüman, uzun zaman beklemesine rağmen Kadı’nın gelmemesi üzerine şikayetini yapamadan ayrılır. At da ikinci gece ahırda ölür. Ertesi gün Müslüman yine mahkemeye gelerek şikayetini yapmış ve atı satan Yahudi de mahkemeye çağrılmıştı. Kadı, kararını şöyle açıklar: “Müslüman davacı ilk şikayete geldiği zaman, eğer ben makamımda olsaydım Yahudi’nin sağlam diye sattığı atı geriye verdirir ve Müslüman’ın parasını iade ettirirdim. Madem ki şimdi atın Müslüman’ın elinde ölmesine, benim vazife başında bulunmayışım sebep olmuştur. Müslüman’ın ata verdiği parayı ben ödeyeceğim.” Der ve cebinden çıkarıp Müslüman’ın parasını nakit olarak öder.

Kadı’nın böylesine ulvi bir sorumluluk içerisinde karar vermesi papazları yine hayretler içinde bırakır. “Fatih’in memleketinde gördüğümüz bu olaylar, bize yeter de artar. Başka bir yere gitmeye gerek yok.” diyerek İstanbul’a dönerler. Fatih’in huzuruna çıkan papazlar, izlenimlerini yüce Hakan’a anlatırlar: Papazların bu itirafından sonra, Fatih: -“Öyleyse şimdi verin kararınızı.” der. Papazlar da: “Artık bu İslam adaletini gördükten sonra, Hıristiyan papazların da haksızlığa uğratılmayacağını anladık. Zindanda kalmamaya karar verdik.” derler. Dünyanın yüzyıllarca önünde saygıyla eğildiği, bu muhteşem Adalet sistemini uygulayan ecdadımıza sonsuz rahmetler olsun.

YILDIRIM BAYEZİD’İN ÂLİMLERE HÜRMETİ

Yıldırım Bayezid Han’ın oğlu Musa Çelebi, çocukluğunda da çok zeki ve haşarı idi. Gönderildiği mektepte, arkadaşları ve bilhassa hocası, ondan çok çekiyorlardı. Bir gün hocası dayanamadı ve onu dövdü.

Küçük Musa, akşam ağlayarak eve geldi ve babası Sultan Yıldırım Bayezid’e:
-Sizin gibi bir sultanın oğlunun darb edilmesi layık mıdır? dedi.
Bunun üzerine Sultan Bayezid:
-Demek bir Sultanın oğlunu dövdü, öyleyse yarın ben de mektebe geleyim de hocaya
bunun hesabını sorayım, cevabını verdi.
Oğlunu gönderdikten sonra mektebe gitti ve hocası ile görüşerek, icabeden talimatları verdi.


Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

Akıncılar Piri; Gazi Evrenos Bey

evrenosBin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.

Akıncı, akın yapan askerdir. Ordu savaşa gitti mi evvela akıncılar çıkar. Karşısında koca ordu varken akın etmek kolay iş değildir elbet. Amma yüreğinde ölümüne bir cesaret varsa bu iş de kolaydır. Akıncıların, manevi gücü yüksektir. Onlar “olacak olanı olmuş bilirler” yani savaşta ölüm olacak ise kaçmaya ne hacet der din için vatan için millet için akarlardı düşmanın üstüne, kendilerinden sonra gelecek askerler için güvenli bir ortam sağlarlardı

Bu akışta akıncıların en büyük yardımcısı atlardır. At sırtında durmak hüner ister ve öyle bir iki seneye olacak iş değildir

Anadolu insanı iyi binicidir. Orta Asya bozkırlarından beri at koşturmaları boşa olmasa gerek. Şanlı tarihimizde nice akıncı beyleri vardır ki biz bunların öncülerinden olan Gazi Evrenos Bey’i anlatacağız. Biz Evliya Çelebi’nin “760 şehri, kaleyi ve kasabayı fethetti” dediği Gazi Evrenos Bey’i yazalım, siz buradan yola Evrenosoğulları, Mihaloğulları, Paşayiğitoğulları, Malkoçoğulları gibi aileleri, bütün akıncıları tanıyın, dua edin…

Hedef Rumeli! Yıl 1354.Orhan Gazi Han, Rumeli’nin fethi için büyük oğlu Şehzade Süleyman’ı memur eder. Şehzade, mücahid kumandanlarıyla emre uyar. Çanakkale Boğazı’nı geçer ve Doğu Trakya’ya kadar uzanır. Bütün bu fetihlerde Şehzade’nin yanında yegâne güvendiği iki kumandanı Evrenos Gazi ve Hacı İl Bey vardır. Şehzade Süleyman’ın av sırasındaki şehadeti üzerine, Rumeli’deki fetihler ve topraklarım muhafazası Evrenos Bey ile Hacı İl Bey’e bırakılır.

Düşman uyur mu, küffar durur mu!

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.

Özlenen Kudüs Fatihi: Selahaddin-i Eyyûbi

fatih

Kudüs, Haçlılar tarafından işgal edilmiş. Kadın, çocuk ve ihtiyar demeden bütün yöre halkı kılıçtan geçirilmiş. Mescid-i Aksa yağmalanmış, kutlu kubbelerin üzerine haç yerleştirilmiş. Bütün bu olaylar esnasında “ Kudüs, işgal altındayken ben nasıl gülebilirim ki?” diyerek günlerce mahzun yaşayan bir komutan… Bu komutan Haçlıların korkulu rüyası Selahaddin-i Eyyûbi’den başkası değildir. Musul Atabeyi Nureddin Mahmud’un komutanlarından olan amcası Sirkuh ile birlikte katıldığı Mısır Seferi ile Selahaddin-i Eyyûbi tarih sahnesinde görülür. Üst üste gösterdiği başarı ve kahramanlıklar ile Selahaddin-i Eyyûbi, Emir Nureddin’in ordu kumandanı olur. Zaferden zafere giden yol Emir’in ölmesi ile yerini taht kavgalarına bırakır. Emirler, Haçlı belası ile uğraşmak yerine birbirleriyle uğraşırlar. Selahaddin-i Eyyûbi, Şam’dan gelen teklif üzerine Mısır’ı terk eder. Olgunlaşan şartlar ile birlikte kendisinin kurucu olduğu Eyyûbi Devleti’ni kurar. Fetihlere kaldığı yerden devam eden Mücahid Komutan, Trablusgarp’tan Hemedan’a kadar olan İslâm toprakları hâkimiyeti altına almasıyla dağılmış ola İslam Birliği’ni yeniden toparlarken Kudüs’ün fethinin ayak sesleri de duyulur olur. O esnada Kudüs’e bakacak olursak… Haçlılar şehri talan ve insanları hunharca katletmiş. Şehrin su tankları dolu kan, sokaklara üç gün akan kan… Sanki bu kanlar oradan taaa Selahaddin-i Eyyûbi’nin gönlüne değiyor. Koca Komutan, adeta mecnuna dönmüş. Yemeği, uyumayı gülmeyi kendine haram ettiği ve bu durum Kudüs’ün fethine dek hep çadırda kaldığını tarih hazin bir biçimde kaydetmiştir. Nasıl üzülmesin ki Mücahid Komutan! Kudüs ki, İslâm’ın ilk kıblesi ve Kâinatin Efendisi Sevgili Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem ) Miraç’a yükseldiği mukaddes belde… Kudüs’le yatıp Kudüs’le kalkan büyük mücahid komutan, gösterdiği yüksek inanç, cesaret ve kahramanlığı ile 10 yıllık hasreti bitirir. 1177 yılında Haçlılar’a müthiş bir darbe vurur. Bu öyle bir darbedir ki Papa III. Urbanus kahrından ölür. Böylesine kahraman bir hükümdar ve komutan diğer bir yandan Haçlıların talan ettiği Mescid-i Aksa’yı kendisi süpürüp gül yağı ile yıkar. Ne muazzam,  ne alçakgönüllü bir anlayış!

Haçlılar, daha da çok kinlenip neredeyse bütün devletler birleşip bir Haçlı Ordusu kurup tekrar Kudüs’e saldırırlar.

….

Devamı derginiz Türkiye Çocuk’ta, abone olmak için tıklayın.