Hikaye/Masal

Hikaye – Derviş ve Kuş

Derviş ve Kuş

Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman aleyhisselama gelerek, kanadını bir dervişin kırdığını söyler.
Hazreti Süleyman aleyhisselam dervişi hemen huzuruna çağırtır.
Ve ona sorar;
“Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?”
Derviş kendini savunur;
“Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı.
Bende bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı.”
Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve der ki;
“Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin.
Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun?”
Kuş kendini savunur.
“Efendim ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez, bunlar Allah’tan korkarlar diye düşündüm ve kaçmadım.”
Hazreti. Süleyman aleyhisselam bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister.
“Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder.
Kuş o anda;
“Efendim, sakın öyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır.
“Neden” diye sorar Hazreti Süleyman.
Kuş sebebini şöyle açıklar;
“Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar…
Siz en iyisi mi, bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın… Çıkartın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.”

#Hikaye, #Derviş, #Kuş, #Hırka, #HazretiSüleyman, #TürkiyeÇocukDergisi

Masal – Şarkı Söyleyen Eşek

Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış.

Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş. Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona “Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir şey yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın” demiş. Masal bu ya, eşeğe bir su içirmiş… İnanılmaz birşey olmuş. Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş, arkasına bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış. Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce tılsımın bozulduğunu anlamış. Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün, güzel ses o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın…”

Dostluk iplerinizi koparmamanız dileğiyle…

#eşek, #şarkı, #oduncu, #masal, #türkiyeçocukdergisi

Masal – Nuşirevan ‘ın Adaleti

İslamiyetten evvel, Hazreti Ömer ve Sa’d İbni Vakkas Hazretleri, İran’a at satmaya gitmişlerdi. İran’a vardıkları zaman şehrin girişinde cirit oynayan bir kısım genç görüp seyre daldılar. Bir ara yabancıların kendilerini seyretmekte olduğunun farkına varan gençlerden birisi yanlarına gelip “Bedeviler” gibi sözlerle hakaret ettikten sonra, satmak için getirdikleri ve üzerine bindikleri Arap atlarını ellerinden zorla aldılar.

Hazreti Ömer ve Sa’d ibni Ebi Vakkas Hazretleri ticaret maksadıyla geldikleri şehre üzgün ve kederli vaziyette girdiler. Yanlarında yiyecek bir şeyleri olmadığı gibi paraları da kalmamıştı. Aç susuz akşam olmasını beklediler. Akşam olunca da bir hana vardılar. Kapıdan girer girmez hancı, misafirlerin yabancı olduğunu ve üzüntülü olduklarını anladı. Neden üzüntülü olduklarını sordu. Hazreti Ömer daha üzüntülü görünüyordu. O hiç konuşmadı. İbni Vakkas Hazretleri ise başından geçenleri hancıya dert yanarak anlattı. Hancı misafirlerini dinledikten sonra:

– Siz kederlenmeyin, bizim hükümdarımız son derece âdildir. Ya atlarınızı buldurur, yahut bedelini tazmin eder. Sizin anlattığınıza göre elinizden atları alan hükümdarın kendi oğludur. Ama o mutlaka bu meseleyi halleder, diyerek teselli verdikten sonra:

-Her sabah hükümdarımız pazar yerinde halkın önünden geçer ve halk ona dert ve dileklerini bildirirler. O da ne gerekiyorsa hemen yapar. Siz sabahleyin hemen pazar yerine gidin vaziyeti anlatın dedi.

Sabah, Hazreti Ömer ve arkadaşı pazar yerine çıkıp hükümdarı beklemeye başladılar. Biraz sonra hükümdar yanında tercümanları olduğu halde geldi. Herkes nesi varsa açık açık söylüyor o da gerekeni hemen orada yapıyor veya yapılmasını emrediyordu. Sıra Hz. Ömer ve İbni Vakkas’a geldi. Onlarda başlarından geçenleri anlattılar., atlarının bulunup geri verilmesini dilediler.

Hükümdar bunları dinleyince yüzü çok asıldı ve üzüntülü olduğu her halinden belli idi. Bir kese altın verdi ve atlarının da bulunacağını söyledi. Hükümdar tercüman vasıtası ile konuşuyordu, tercüman ise atı alanların hükümdarın oğlu olduğunu söylememişti. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas Hazretleri yine akşam kaldıkları hana geldiler. Bu sefer yanlarında paraları da vardı, karınları da toktu. Hancının parasını verdiler, o gece de orada kalıp sabahleyin yola çıkmayı düşünüyorlardı. Hancı ne olduğunu sordu. Onlar hükümdarla görüştüklerini ve atları bulacağını söylediler, dedi. Hancı birden öfkelendi ve :

-Demek kendi oğlu olduğu zaman iş değişiyor, dedi. Sabah oldu bu sefer hükümdarın karşısına hancı çıkıp: -Hükümdarım, suçu işleyen başkası olur ceza verirler de, sizin oğlunuz olursa cezasız kalır öyle mi? dedi. Nuşirevan bunu duyunca rengi değişti ve çok sinirli olduğu besbelli idi: -At sahipleri yarın şehir terk etsinler… Fakat biri şehrin kuzey, biri güney kapısından çıksın dedi.

Sabah oldu ve atların değerinden fazla para verdi. Hazreti Ömer ve Ebû Vakkas Hazretleri şehri terk ediyorlardı. Bir de ne görsünler, şehrin bir kapısına atı alan genç, diğer kapısına ise hükümdara yanlış bilgi veren tercüman asılmışlar ve ölmüşler bile… İsmi tarihte “Nuşirevan-ı Adil” olarak kaldı.

#HazretiÖmer, #EbûVakkasHazretleri, #İran, #Adil, #Nuşirevan, #Masal, #TürkiyeÇocukDergisi

Üç Evlat

Üç kadın çeşme başında toplanmış konuşuyorlardı. Az ötede ihtiyarın biri oturmuş, kadınların çocuklarını methetmelerini dinliyordu.

Kadınlardan biri:

– Benim oğlum öyle marifetlidir ki, hiç kimse bu konuda onunla boy ölçüşemez…

Tam bir cambazdır o! İp üzerinde bir yürüse de görseniz.Diğer kadın heyecanla atılarak:

-Benim oğlumun sesini bilseniz, dedi. Tıpkı bir bülbül gibi şakır.

Yeryüzünde hiç kimsenin böyle bir sesi yoktur. Allah vergisi bu…

Üçüncü kadın susup duruyordu. Diğerleri sordular:

– Sen çocuğunu niye övmüyorsun? Nesi var ki? -Çocuğumun çok üstün bir tarafı yok ki…Ne diye durup dururken öveyim onu.

Kadınlar kovalarını doldurup yola koyuldular. İhtiyar adam da peşleri sıra yürümeye başladı. Kadınlar ağır kovaları taşımakta güçlük çektikleri için ara sıra duruyor ve dinleniyorlardı .Sırtları ağrı içindeydi. Bu sırada çocukları onları karşılamaya çıktı. Birinci çocuk hemen elleri üzerinde havaya kalkmış, çeşitli marifetler gösteriyordu. Kadınlar gözleri hayretten büyümüş haykırdılar:

– Aman ne kabiliyetli çocuk!..

İkinci çocuk altın gibi bir sesle öyle güzel şarkılar söyledi ki, kadınlar gözleri yaşlarla dolu hayranlıkla dinlediler onu…

Üçüncü çocuk koşarak geldi, annesinin elinden kovayı aldı ve eve kadar taşıdı.

Kadınlar ihtiyara dönüp:

– Bizim çocuklarımız hakkında ne diyorsun, dediler. İhtiyar şaşkınlıkla:

– Çocuklarınız mı? Dedi.

Onları bilmem. Yalnız biri vardı, annesinin elinden kovayı alıp eve taşıdı. Onu çok beğendim…

#üçevlat #evlat #masal #ibretlik #ibretlikmasal

İbretli Masallar – Tilkiyle Teke

Tilkiyle Teke

Tilkinin biri bir kuyuya düşmüş, bir türlü çıkamazmış.
Oradan bir teke geçmiş, susadığı için kuyuya bakmış, tilkiyi içeride görünce: “Bu su iyi mi? İçilir bir şey mi?” diye sormuş.
Tilki işi babacanlığa vurup suyu bir övmüş, bir övmüş, tekenin ağzının suyunu akıtmış: “Hiç durma, in aşağı!” demiş.
Teke onun sözlerine kanmış, zaten susuzluktan da dili damağına yapışıyormuş, hiç düşünmeden aşağı inmiş.
Susuzluğunu giderdikten sonra aklı başına gelir gibi olmuş, tilkiye: “Eee! Nasıl çıkacağız buradan?” diye sormuş.
Tilki: “Sen hiç merak etme: ben buradan ikimizi de kurtarmanın yolunu biliyorum. Sen şimdi doğrulup ön ayaklarını duvara
dayar, boynuzlarını da havaya dikersin; ben tırmanıp çıkar, sonra seni de çekerim” demiş.
Teke bu aklı pek beğenmiş, hemen razı olmuş; tilki arkadaşının bacaklarından omuzlarına, omuzlarından boynuzlarına
atlayıp kuyunun ağzına varmış, hemen oradan uzaklaşmış.
Tekenin: “Biz böyle mi sözleştik? Sen sözünde durmaz mısın?” diye sitem ettiğini duyunca dönmüş: “Be herif! Senin
çenende kıl olduğu kadar kafanda da akıl olsaydı, nasıl çıkacağını düşünmeden hiç iner miydin bu kuyuya?” demiş.

HİSSE: “Aklı başında bir insan, sonunun ne olacağını düşünüp
incelemeden, hiçbir işe girişmemelidir”

#İbretliMasallar, #TilkiyleTeke, #Masal, #Tilki, #Teke, #Keçi, #Kıl, #Akıl, #TürkiyeÇocukDergisi

Hikaye – Elma ve Bahçıvan

Sultan veziri ile birlikte “Saray’ın bahçesi”nde gezerken, canı meyve çekiyor… Elma ‘yı dalından koparmak için uzanıyor, ne var ki; “orta boylu” olduğu için, meyveye yetişemiyor!..
Vezire diyor ki; “Omzuma çık, o meyveyi kopar ve bana ver!” Vezir “zayıf” olduğu için, “Sultanın omzuna” çıkıyor ve meyveyi koparıp, veriyor… Meyveyi yiyen Sultan“çok lezzetliymiş” diyor, “Bana bahçıvanı çağırın… Bu lezzetli meyveden dolayı onu ödüllendireceğim.” Zaten az ileride duran ve olan-biteni “hayretle” seyreden bahçıvan geliyor…

Sultan, ona; “Sana bir ödül vereceğim, dile benden ne dilersen” diyor…
Bahçıvan diyor ki; “Sultanım, sizden bir tek isteğim olacak… Bana, benim çingene olmadığıma dair bir belge verir misiniz?” Sultan şaşırıyor!.. “Herkes devlet kademesinde görev almak için veya ihsanlara kavuşmak için dilek dilerken, sen garip bir şey istedin.
“Belge”yi almakta ısrar eden bahçıvan diyor ki; “Evet, bir çingeneyim… Ama, madem ki, benden bir istekte bulunmamı istediniz… Ben bu belgeyi istiyorum, başka da bir isteğim yok!”
Sultan da; “Madem ısrar ediyorsun, istediğin belgeyi vereceğim sana” diyor ve daha sonra da, o belgeyi veriyor bahçıvana…
Aradan yıllar geçer… Sultan yattığı “uyku”dan uyanır, “göz”leri açılır, “kulak”ları duymaya başlar…
“Civar ülkelerden gelen uyarılar”ın ve “halktan yükselen tepki”lerin, hiç de yersiz olmadığını düşünmeye başlar!..
Çingeneler ; Sultanın kendilerine beslediği “büyük güven ve yakın ilgi”yi “istismar” ederek, sadece “Saray kademeleri”ni değil, “eyaletleri de kendi yandaşları ile yönetmeye” başlarlar!..

Devletin her kademesini anlayacağınız bir “ur” gibi sararlar, en ücra yerlerine bile “kendi adamlarını”yerleştirmişlerdir!..
Yattığı “derin uyku”dan uyanan Sultan, o çingenelerin “ bir devlet içinde devlet” kurmak için uğraştıklarını “ülkenin her yanını elegeçirdiklerini” ve “kendisini devredışı bıraktıklarını” fark edince, derhal emir verir: “Çingeneleri kılıçtan geçirin!.. Yaşlılarını da zindana atın!”
Emir, yerine getirilir!..Çingeneler öldürülür. Peki, “bahçıvan”a ne olur?..

Sultanın emri üzerine, görevliler “bahçıvan”ın evine de giderler… Ya kılıçtan geçirecekler, ya hapse atacaklardır!..
Ama, bahçıvan; hemen, “Çingene olmadığına” dair, “Sultan imzalı belge”yi gösterir!.. “Gördüğünüz gibi, ben çingene değilim”der ve kellesini kurtarır!.. “Kılıçtan geçirme ve zindana atma operasyonu” sona erince, Sultan, son durumu öğrenmek için “kurmay”larını çağırır ve sorar; “Emrimi yerine getirdiniz mi?”
Kurmaylar der ki; “Listedeki herkes; ya kılıçtan geçirildi, ya zindana atıldı… Sadece bir adam kaldı… Ama, ona dokunamadık, çünkü elinde sizin imzaladığınız bir belge vardı!”
Sultan; “Hatırladım ben onu… Onu bulun ve bana getirin” der… Bahçıvan huzuruna getirilince, sultan orar adama; “O gün, çingene olmadığına dair, benden ısrarla belge istedin… Ben de verdim…
Peki, bugünlerin geleceğini nereden anladın?” Bahçıvan der ki; “Sultanım; hani, o elmayı koparmak isterken, vezir, sizin omzunuza basmıştı ya…
İşte o an dedim ki; eyvah, bizim sonumuz geldi!” Sultan, araya girip; “Ama ben söyledim omzuma basmasını” deyince, bahçıvan der ki; “Farketmez sultanım… O vezir, bizim kavimdendi. Çingene asıllıydı.

Sizin, Sultan olarak, vezirinizin omzunuza basmasını istemeniz bir alicenaplıktır, büyüklüktür… Siz istemiş olsanız bile, vezirinizin omzunuza basması ise; hem şımarıklık, hem hadbilmezlik, hem de küstahlıktır!.. Sizin omzunuza basıp meyveyi koparmak yerine, pekâlâ beni çağırabilir ve benden isteyebilirdi!.. Bir adam, vezir de olsa, sultanının omzuna basacak kadar cüretkâr ve hadbilmez olduysa, bunun sonu felâkettir!.. Ben, işte o gün bu felâketi gördüm ve sizden o belgeyi istedim.”

Sultan ona hak verir ve hediyelerle gönderir.

#Hikaye, #TürkiyeÇocukDergisi #Elma, #Bahçıvan, #Sultan, #Vezir, #Sarayınbahçesi, #Çingene

İbretli Hikaye – Kuyu

İslâmiyet doğduktan sonra kısa zamanda yayılmaya ve kendine taraftar toplamaya başlamıştı. Bu durum Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi inkarcıların hoşuna gitmiyordu. Bu gibiler kendi çıkar sistemlerinin bozulmaması için her hileyi yapabilecek türden insanlardı.

İslâmiyet içki, fuhuş ve faizi yasaklıyor, insanlar arasında eşitliği getiriyor, zayıf ve yoksullara yardım etmeyi emrediyordu. Halbuki Ebu Cehil gibi insanlar konumları ve servetleri nedeniyle kendilerini diğerlerinden üstün görüyor, İslamiyetin yasakladığı şeylerden zevk alıyorlardı. İslamiyet daha fazla yayılmadan durdurmayı hedefleyen Ebu Cehil Sevgili Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) öldürmeyi kafasına koymuştu. Bir gün şöyle bir tuzak kurdu. Sevgili Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) haber gönderdi. “Çok hastayım Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) benim yanıma bir gelsin” Evinin etrafına kuyular kazdırıp üzerlerini kapattı. Böylece Sevgili Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) kuyuyu fark etmeyip içine düşecekti. Kuyular oldukça derindi. İçine düşen tek başına çıkamazdı. Böylece Efendimiz, içine düşünce ölmese bile “Gaipten haber veriyor ama önündeki kuyuyu bile göremiyor” denilerek alay edilecek, Onun peygamber değil sıradan birisi olduğu intibası verilecekti. Fakat kuyuların varlığı Sevgili Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrail aleyhisselam tarafından haber verildi.

Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kuyuların yanına kadar gelip, tekrar geri döndü. Planı işe yaramayan Ebu Cehil, telaşla evden çıkıp Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ne tarafa gitti diye bakmak isterken kuyulardan birisine düştü. Adamları onu kuyudan çıkarmak istediler ama kuyu çok derin olduğu için uzatılan ipler bile kafi gelmiyordu. Ümidi gittikçe tükenen Ebu Cehil adamlarına Sevgili Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) çağırmalarını emretti. “Beni buradan ancak O kurtarır” dedi.

Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “Seni kuyudan çıkarırsam iman eder misin?” diye sordu. Ebu Cehil bunu tereddütsüz kabul etti. Çünkü canının derdindeydi. Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) kuyuya doğru mübarek elini uzattı. Uzun iplerin bile yetişmediği kuyuya peygamberimizin eli yetişmiş Ebu Cehil’i oradan kurtarmıştı. Kuyudan kurtulan Ebu Cehil “Ya Muhammed! Sen hakikaten iyi bir sihirbazsın” dedi. Bu Allahü teala tarafından sevgili peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bahşedilen apaçık bir mucizeydi. Fakat kâfirlerin gönül gözü kapalı olduğundan Ebu Cehil bunu sihir olarak tanımlamıştı.

Ebu Cehil söz verdiği halde iman etmedi.

HİSSE

“Müminlere kuyu kazmaya çalışanlar, kazdıkları kuyuya düşerler, er veya geç düşerler.”

#İbretliHikaye#Kuyu, #EbuCehil, #HzMuhammedSav, #TürkiyeÇocukDergisi

Masal – Sahipsiz Orman

Sahipsiz Orman

Aslanı olmayan bir ormana çakal kral olmuş. Ee ne demişler? Koyunun bulunmadığı yerde keçiye “beyefendi” derler. Çakala da kral demişler…
Gelin görün ki demekle kral olunmuyormuş. Çakal, masumları cezalandırmış, güçsüzlere zulmetmiş. Olur olmaz isteklerle hayvanları canından bezdirmiş. Orman halkı “Allah böyle kralı düşmanımıza vermesin!” dermiş de başka şey demezmiş.
Bakmışlar, bakmakla olmayacak. Lafla peynir gemisi yürümeyecek. Çakalın krallığında huzur bulamayacaklar. Kafa kafaya verip düşünmüşler, seçimle gelmedi ki bu seçimle gitsin. Çakalın saltanatına son vermek için bir plan yapmışlar. Planı tez zamanda uygulamaya koymuşlar. Ormanın hangi köşesinde iki hayvan yan yana gelse konu aynıymış:
— Tavşanı bol; kekliği, güvercini sebil; atı, eşeği semiz; keçisi, koyunu karınca sürüsü bir dağmış orası. Yediğin önünde yemediğin ardında. Av, kendi eliyle ayağıyla gelirmiş önüne. Bir bolluk ki yıllardan beri böyle bolluk görülmemiş.
Kıyıda köşede hayvanlar baş başa verip ballandıra ballandıra anlattıkça dağın nimetlerini, çakalın ağzının suyu akarmış.
— Ola ola bu fakir ormana kral oldum. Yediğim içtiğim ne ki! Tavşanları dişimin kovuğunu doldurmaz. Atlarına, eşeklerine sahipleri gözü gibi bakar. Sürüden bir kuzu kapsan kıyamet kopar. Çektiğim can korkusuna değmez, diye hayıflanırmış.
Çakal daha fazla dayanamamış. Tası tarağı toplamış, tahtını vârisi oğluna teslim etmiş, bir sabah erkenden yola çıkmış. Dağın yolu yokuş, başı karlıymış. Meşakkatli bir yolculuktan sonra varmış dağa. Kaçışan tavşanları, uçuşan kuşları, akışan keçileri ve koyunları görünce sevinmiş.
— Değer, demiş, çekilen her zorluğa bu nimet denizi.
Ayağının tozuyla iki tavşanı tutup mideye indirmiş. Tok bir mide ile yeni krallığın hayaline dalmış. Daldığı bu hayalden iki kurt tutup çıkarmış çakalı. “Ne oluyor?” diyemeden kendini aslanın huzurunda bulmuş.
Aslan kükremiş:
— Sen kim oluyorsun da ülkeme izinsiz giriyorsun. Halkıma zulmediyorsun. Söyle kırk katır mı, kırk satır mı?
Çakalda bet beniz atmış:
— Bilmiyordum kralım, demiş. Sizin ülkenizde sizden habersiz avlanmak bu fakirin haddine mi? Bağışlayın, sizin şanınıza bu yakışır.
Kendi krallığını anlatmış yaptığı zulümleri atlayarak. Aslan, bıyık altından gülmüş:
— Sen gelmeden krallığının ünü geldi. Bizi bu zalimden kurtar diye, tilki ile baykuş ricacı oldu. Sen duymadın mı? Zulüm ile abad olanın sonu berbad olur.
Gururdan, kibirden burnu Kafdağı’nda gezen çakal, attan inmiş de eşeğe bile binememiş. Kırk yıl aslanın kapıcılığını yapmaya hüküm giymiş. Bir çakalın ömrü kaç yıl ki?

Etme bulma dünyası. Keser döner, sap döner. Gün gelir, hesap döner. Ne demişler? Ne ekersen onu biçersin. Çakal rüzgâr ekmiş, fırtına biçmiş. Kırk yıl hüküm giyince yanlışını anlamış. Cezasını çekmeye başlamış.

çakal3

#SahipsizOrman, #Çakal, #Kral, #Aslan, #TürkiyeÇocukDergisi

 

Hikaye – Servetin Geçmediği Yer


Yusuf aleyhisselam, iftira yüzünden zindanda iken Mısır hükümdarı bir rüya görür
Korku ile uykusundan uyanır;  “Ben rüyamda 7 semiz ineğin 7 zayıf ineği yediğini ve 7 yeşil başak, 7 de kurumuş başak gördüm. Eğer rüya tabiri biliyorsanız, bu rüyamı tabir edin” der. Onlar, Biz böyle rüyaları tabir edemeyiz derler. Hazret-i Yusuf ile zindanda kalan şerbetçi, Hazret-i Yusuf’un rüya tabir ettiğini hatırlayarak; Ben bu rüyayı tabir ettireceğim, diye atılır. Hazret-i Yusuf’un yanına koşar. Mısır hükümdarının rüyasını anlatıp tabirini ister.
Hazret-i Yusuf, “7 sene bolluk, sonra 7 sene kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz. Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile beraber, başakları ile ambarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar hayvanlarınız için yem olur. Halka da, ekinlerinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Bu yiyecekler kıtlık senelerinde sizin ve çevredeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacaktır” diye tabir eder.
Hazret-i Yusuf’un tavsiyelerini beğenen hükümdar; Mısır’ın hazinelerinin idare işini Hazret-i Yusuf’a bırakır. O da gerekli tasarruf ve iktisat yolunu tutar. 7 bolluk senesinden sonra 7 kıtlık senesi gelir. Her taraftan tahıl almak üzere insanlar gelmeye başlar. Hazret-i Yusuf, yolda açlıktan ölmeden kendisine kadar ulaşanları eli boş göndermez.

Bu olaylardan bir müddet sonra Yemen’e çok şiddetli bir sel gelir. Sular çekildikten sonra eski bir mezarın açıldığı görülür. Ortaya bir kadın cesediyle büyük bir servet çıkar. Cesedinin boynunda 7 inci gerdanlık, kollarında 7 kıymetli altın bilezik, ayaklarında mücevherli 7 halhal ve on parmağın 7 sinde muhteşem mücevher yüzüklerin bulunduğu görülür. Ayrıca baş tarafında çok kıymetli eşya ile doldurulmuş hazine gibi bir tabut parladığı da dikkatlerden kaçmaz. Bu tabutun ön kısmındaki levhada yazılı olanlar ilgi çekicidir.

Hitabede şunlar yazılıdır:
Ben hükümdarın kızı Tace’yim. Memleketimizde müthiş bir kıtlık çıktığı için, tahıl getirtmek üzere, birkaç adamımı, Mısır maliye nazırı olan Yusuf aleyhisselama yolladım. Epey bir zaman geçtiği halde gönderdiğim adamlar gelmeyince, adamlarımızdan bazılarına bir kantar (50 kilo kadar) gümüş verip herhangi bir yerden bununla bir kantar un alıp getirmesini istedim. Onlar da bulamadılar. Nihayet bir kantar altın verip tekrar gönderdimse de, yine bulamadıklarından, incileri öğütüp yemekten başka çare bulamadım. Fakat o da beni besleyemediği için, büyük bir servet içinde açlıktan ölümle yüz yüze kaldım. Benim bu acıklı hâlimi işitenler, gerekli dersi almalı, servetine güvenmemeli, gerekli iktisat yolunu tutmalıdır. Tarihte altının da, incinin de, geçmediği durumlar varsa da, benden başka dünyada hangi kadın bu kadar muhteşem ziynetler içinde ölmüştür?”.

#Hikaye#ServetinGeçmediğiYer, #Servet, #Bolluk, #Kıtlık, #HzYusuf, #HazretiYusuf, #Altın, #Gümüş, #Hazine, #Rüya

Hikaye – Fırtına ve Kahya

Yıllar önce bir çiftçi, fırtınası bol olan bir tepede bir çiftlik satın almıştı. Yerleştikten sonra ilk işi bir yardımcı aramak oldu.

Ama ne yakındaki köylerden ne de uzaktakilerden kimse onun çiftliğinde çalışmak istemiyordu. Müracaatçıların hepsi çiftliğin yerini görünce çalışmaktan vaz geçiyor, burası fırtınalıdır, siz de vazgeçseniz iyi olur diyorlardı.

Nihayet çelimsiz, orta yaşı geçkince bir adam işi kabul etti. Adamın haline bakıp ‘çiftlik işlerinden anlar mısın?’ diye sormadan edemedi çiflik sahibi. ‘Sayılır’ dedi adam, ‘fırtına çıktığında uyuyabilirim’. Bu ilgisiz sözü biraz düşündü, sonra boşverip çaresiz adamı işe aldı.

Haftalar geçtikçe adamın çiftlik işlerini düzenli olarak yürüttüğünü de görünce içi rahatladı. Ta ki o fırtınaya kadar:

Gece yarısı, fırtınanın o müthiş uğultusuyla uyandı. Öyle ki, bina çatırdıyordu. Yatağından fırladı, adamın odasına koştu: ‘Kalk, kalk! Fırtına çıktı. Herşeyi uçurmadan yapabileceklerimizi yapalım.’

Adam yatağından bile doğrulmadan mırıldandı: ‘Boşverin efendim, gidin yatın. İşe girerken ben size fırtına çıktığında uyuyabilirim demiştim ya.’ Çiftçi adamın rahatlığına çıldırmıştı. Ertesi sabah ilk işi onu kovmak olacaktı, ama şimdi fırtınaya bir çare bulmak gerekiyordu.

Dışarı çıktı, saman balyalarına koştu: A-aa! Saman balyaları birleştirilmiş, üzeri muşamba ile örtülmüş, sıkıca bağlanmıştı. Ahıra koştu. İneklerin tamamı bahçeden ahıra sokulmuş, ahırın kapısı desteklenmişti. Tekrar evine yöneldi; evin kepenklerinin tamamı kapatılmıştı. Çiftçi rahatlamış bir halde odasına döndü, yatağına yattı. Fırtına uğuldamaya devam ediyordu. Gülümsedi ve gözlerini  kapatırken mırıldandı: ‘Fırtına çıktığında uyuyabilirim’

Sıkıntılara zihnen (bilgi, plan), mânen (dua), maddeten (tedbir) hazırsanız, fırtına çıktığında uyuyabilirsiniz hayatınız boyunca.

#Fırtına, #Kahya, #TürkiyeÇocukDergisi, #Eğlenceli, #Hikaye